Saat gece üç sularıydı. Adam göğsünde müthiş bir sancıyla uyandı. Bacaklarından ta göğsüne değin uzanan keskin bir vica idi bu. Bütün bir bedenine ardı arkası kesilmeyen kör bıçaklar saplanıyor da bu bıçaklar kaburgalarını delip geçiyor gibiydi. İskeletini oluşturan kemikler her bir iniltisinde daha da kasılıyor, iki kemik arası mesafeler daha da açılıyordu. Öleceğini anlamıştı. Sahi ya, otuz beş senedir beklediği ecel bu gece mi çalmıştı kapısını? Bu geceyi, bu sancıları atlatamayacaktı. Biliyordu. Kollarını beline dolayıp acıyla kıvrandı. Hissettiklerini tarif edecek sözcük bulamıyor, sessiz iniltilerle ağlıyordu. Dağ gibi adam bir gece yarısı vücuduna saplanan tarifi mümkünsüz acılarla yavaş yavaş yok oluyordu.
Dakikalar ilerledikçe acısı katlanıyordu. Bu böyle olmayacaktı. Başını çevirdiğinde gözleri, yatağının bitişiğindeki komodinin üstünde duran telefonuna ilişti. Güçlükle uzanıp aldı. Telefon, adamın titreyen elleri arasında kayıp gidiyordu. Taksinin numarasını çevirdi.
“Alo? Menekşe Sokağı daire 5’e hemen bir taksi gönderir misiniz?”
“Siz iyi misiniz?”
“Değilim, bir taksi lütfen!”
Aramayı sonlandırıp telefonu odanın diğer köşesine fırlattı. “İyi olmadığım çok açık değil mi, aptal?” diye söylendi. “Gece yarısı keyfimden taksi istiyorum sanki! Aptal insanlar, aptal! Ah!”
Taksinin gelmesi on beş dakikayı bulmuştu. Adam bu süre zarfında geçen her dakikada gelmeyen taksiciye sürekli küfürler yağdırdı. Kendinde değildi, olsaydı söylemezdi. Ağzının böyle iğrenç sözcüklere karşı alışkanlığı da yoktu ancak şu anda hiçbir şeyi düşünecek hâlde değildi. Ölüyordu.
Zil çalınca elem dolu iniltilerle yataktan indi, gördüğü ilk hırkayı üzerine geçirdi. Ayakkabılığın üstündeki cüzdanını çabucak cebine atarak evden çıktı. Anahtarı kapının arkasında unuttuğundan bile haberdar değildi. Üç katın merdivenlerini neredeyse yuvarlana yuvarlana, bir yılan gibi sürünerek indi. Bütün basamakları geçip bahçeye varması en azından on beş dakika sürmüştü. Taksi gecenin karanlığını aydınlatır şekilde karşısında duruyordu. Ön kapıyı açıp sızlana sızlana bindi. “Hastaneye,” dediğinde çoktan yola çıkmışlardı.
Havada içleri karartan simsiyah bir kasvet vardı. Bardaktan boşanırcasına yağıp caddeleri ıslatan yağmur bir an olsun hız kesmiyordu. Sokak lambalarının sönük sönük yanan ışıkları ve arabaların farlarından çıkan ışıklar birbirine karışıyor, adeta gecenin siyahına karşı birlikte duruş sergiliyorlardı. Yol kenarındaki ağaçların dallarında gezdirdiği geniş yapraklar, yağmur sularını tutmak için yetersiz kalıyorlardı.
Adamın suratında öyle bir memnuniyetsizlik, öyle bir öfke halinde acı vardı ki taksici ağzını açıp tek kelime etmekten çekiniyordu. Taksicinin sorgulayan bakışları arada bir yanında oturan adamın içindeki sancıları açık eden kısık gözlerine kayıyordu. Ardından kirli sakalını sıvazlıyor ve harekete geçmek için trafik ışıklarından yansıyan renklere dikkat kesiliyordu.