Yatılı okumak zordur. Eğer bir ilçe veya il merkezinde oturmuyorsanız yatılı okumaktan başka çareniz de yoktur. Annenizden, babanızdan, kardeşlerinizden, köyünüzden, kısacası sevdiğiniz her şeyden ayrılıp kilometrelerce uzakta küçücük bedeniniz ve masum ruhunuzla yalnız kalmak, hayatınızın en zor işlerinden biri olabilir. Fakat bunlar ilk aylar, daha doğrusu ilk yıl için geçerlidir. Alıştığınız zaman yatılı okumanın hiç de fena bir fikir olmadığını anlarsınız. Orada kazandığınız tecrübeler, size ömür boyu ışık tutabilir.
Murat okula başlayalı tam bir yıl olmuştu. Anadolu lisesini kazanıp da köyden ayrılma vakti geldiğinde ailesi büyük bir gurur yaşar iken o, daha önce hiç tatmadığı hicran acısının ısdırabı içindeydi. İlk yıl hazırlık sınıfındaydı, İngilizce dersi, tüm derslerin yüzde seksenini oluşturuyordu. Murat, İngilizce dersini hiç ama hiç sevmediğinden bu bir yıl ona hapiste müebbet yemiş bir kader mahkûmunun cezasından daha uzun geliyordu. Tabii bunun bir diğer asıl büyük sebebi de annesine, babasına ve henüz üç buçuk yaşında olan küçük kız kardeşine duyduğu özlemdi. Bir yıl boyunca köyüne yalnızca üç defa gidebilmişti. Evi kendisine nazaran daha yakın olanlarla, ailesinin, çocuğunun yol parasını ve harçlığını verecek kadar hâli vakti yerinde olanlar, neredeyse her hafta sonu evlerine giderlerdi. Murat ise, kendisi gibi gidemeyenlerle o iki günlük ıssız zaman dilimini, buruk bir iki meşgale ile geçirirdi. Ya masa tenisi oynarlar yahut yatılı kaldıkları pansiyonun bahçesinde binlerce tekme darbesiyle yamulmuş, havası sönmüş bir topla futbol oynarlardı. Hazırlık sınıfı, böyle hüzünlü günlerin ardından Murat’ın düşündüğünün aksine çok hızlı geçmişti. Hatta üstüne üç aylık yaz tatili de ağustos sıcağında toprağa düşen bir su damlasının kuruyup yok olması kadar çabuk bitmişti.
Hazırlık sınıfının ardından lise bire başladığında, önceki yılın aksine birçok değişikliği fark etmeye başladı. Evvela, zaman zaman arkadaşlarının alay konusu olan ve onu derinden yaralayan sıska, kısa vücudu epey gelişim göstermişti. Bir miktar kilo almış, boyu da üç beş santim uzamıştı. Bu değişim ona, önceki yılda hiç bulunmayan bir özellik kazandırmıştı: Öz güven. Şimdi önünde halletmesi gereken büyük bir problemi vardı. Geçen sene derslerindeki başarısızlığı bu yıl telafi etmeliydi. Bu gayeyle büyük bir gayretle derslerine çalışmaya başladı. Fakat ilerleyen günlerde hiçbir şey umduğu gibi olmadı. Sözel derslerinin aksine fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi sayısal derslerinin tamamı zayıf gelmişti. Ara tatilde karnesini eve götürdüğünde utancından ne ana babasının ne de küçücük kardeşinin yüzüne bakabilmişti. Okulda tembel, beceriksiz öğrenciler sıralamasında en başta geldiği, tüm arkadaşları ve öğretmenleri tarafından kabul edilmeye başlanmıştı. Bu vaziyetin ardından yeni yeni bıyıkları terlemeye durmuş ve büluğ çağını iyiden iyiye hissetmeye başlayan Murat, bırakın okulu, tüm yaşama küsmüştü. Derslerde arka sıralarda tek başına, buz kütlesi gibi hareketsiz ve soğuk bir şekilde oturur; pansiyondaki etüt saatlerinde de hiç ders çalışmazdı. Yaptığı en anlamlı ve tek şey, pansiyona gelen belletmen öğretmenlerin, beraberinde getirdikleri gazete ve dergileri başından sonuna kadar didik didik okumaktı. Bu sayede ülkedeki ve dünyadaki tüm gelişmeleri takip ediyor ve bir sonraki günün gazetesini merakla bekliyordu. Okuduklarını ve gördüklerini kendi içinde muhakeme ediyor, kimseyle paylaşmıyordu.
Sıkıcı ve anlamsız gözlerle seyrettiği bir coğrafya dersinde, öğretmen birden dersi bitirip sesini yükselterek, tüm öğrencilerin dikkatini çekti. En arka sıradaki Murat’ın da tahtaya baktığını görünce konuşmaya başladı:
“Çocuklar, size çok güzel bir haberim var. Bir proje hazırladım ve onu okul müdürüyle paylaştım. Müdürümüz, projeyi beğendi ve üst mercilere iletti. Onlar da onaylayınca artık bu güzel etkinliği sizinle paylaşma vakti geldi. Çünkü bu çalışmayı okulumuzdaki tüm öğrencilerle gerçekleştireceğiz. Daha önce okulumuzda hiç bu tarz ders dışı etkinlik yapılmamıştı.” dedi. Murat dâhil sınıftaki herkes meraklı gözlerle öğretmeni dinliyorlardı. Kimsenin, bu etkinliğin ne olabileceğine dair en ufak bir fikri yoktu. Öğretmen, öğrencilerin gözlerindeki merak parıltısını görünce konuyu daha gizemli hâle getirmeye karar verdi. Eline aldığı tebeşir ile tahtaya bir şekil çizip bunun ne olduğunu sordu. Sınıfın tamamı parmaklarını coşkuyla sallayıp cevap vermek istiyordu. Sorunun cevabı çok basitti fakat bunun herhangi bir coğrafi veya geometrik şekil olabileceğini düşünen nispeten çalışkan öğrencilerin hiçbiri doğru cevabı bulamadı. Arka sırada olan biteni ilk kez ilgiyle izleyen Murat, cevap verdi: “Uçurtma.” Evet, tahtaya çizilen, bir uçurtma resmiydi. O gün orada, iyice içine kapanan çocuk, lise hayatının ilk övgü sözcüğünü işitti: “Aferin.” Yüreğine doğru akan hafif bir sıcaklık hissetti. Öğretmen, cevabın ardından projenin detaylarını anlatmaya başladı:
“Arkadaşlar, bir ay sonra şehrin hemen yukarısındaki dağın yamacında uçurtma şenliği yapacağız. Şenliğe tüm öğrenciler, kendi yaptıkları uçurtmalarla katılacak. Öğretmenlerin, öğrencilerin yanında veliler de bu şenliğe katılabilecekler. Şenlik sabah dokuzda başlayıp akşam dörtte bitecek. Öğle yemeğinde okulumuzun pansiyonunda hazırlanan yemekleri hep birlikte yiyeceğiz. Böylelikle hem piknik hem de etkinlikle güzel, mutlu bir gün geçireceğiz. Etkinliğimizin adına da ‘1. Geleneksel Uçurtma Şenliği’ diyeceğiz. Eğer başarılı olursak bundan böyle her yıl tekrar edeceğiz. Katılım için tek şart, herkesin kendi uçurtmasını kendisinin yapmasıdır. Büyüklerinizden, öğretmenlerinizden yardım alabilirsiniz fakat herhangi bir yerden alacağınız hazır bir uçurtma ile bu etkinliğe katılamazsınız.”
Öğrenciler şaşkın ve neşeliydiler. Şaşkındılar, çünkü daha önce hiç duymadıkları kavramları duyuyorlardı. Proje, etkinlik… Fakat bir tuhaflık vardı. Bunu fark eden zeki bir kız öğrenci hemen söz alarak, neden hazır uçurtmalarla şenliğe katılamayacaklarını sordu. Öğretmen bu soruyu beklediğinden memnuniyetle teşekkür ederek devam etti:
“İşte arkadaşlar, en önemli kısım da burası. Etkinlikte aynı zamanda bir de yarışma yapacağız. Yarışma iki kategoriden oluşuyor ve bütün katılımcılar her iki kategoride de yarışabilecekler. Birincisi en yükseğe uçan uçurtma. Kimin yaptığı uçurtma en yükseğe ulaşırsa o birinci olacak.”
Öğrenciler sözünü keserek, “ikincisi ne?” diye sordular. Öğretmen, gelen tepkilerden çok memnundu. Daha şimdiden, hazırlamış olduğu projenin amacına ulaştığını düşünüyor gibiydi. Devam etti:
“İkincisi de en güzel uçurtma kategorisi. Tüm öğrenciler, yaptıkları uçurtmaları okulumuz öğretmenlerinden oluşan jüriye tek tek gösterecekler. Her jüri üyesi ayrı ayrı puanlayacak, daha sonra, verilen puanlar toplanacak. En yüksek puanı alan çalışma birinci, yani en güzel seçilecek. Her iki alanda da birinci olan kişilere sürpriz ödüller verilecek.”
Coğrafya öğretmeni, tüm okulu bilgilendirip, uçurtmanın nasıl yapılacağını ayrıntılarıyla anlatan taslağı da öğrencilere dağıttı. O günden itibaren tüm okulda hummalı bir çalışma başladı. Özellikle pansiyonda ailelerinden uzakta kalan öğrenciler için bu etkinliğe katılmak daha anlamlıydı. Murat da kendisini bu heyecana kaptırdı. Fakat büyük bir sorunu vardı. Çok parası yoktu. Elinde olan birkaç kuruş parayla en önemli iki malzemeyi almıştı. Çıta ve ip. Arkadaşlarından ödünç aldığı maket bıçağıyla çıtaları eşit şekilde kesip iple sıkıca bağladı. Uçurtmanın iskeleti oluşmuştu. Sıra jelatin veya ince, renkli bir naylonla kaplamaya geldi. Parası olmadığı için sokaklardan bulduğu siyah renkli poşetleri keserek düz hâle getirdi. Yine ödünç aldığı koli bandıyla çıtaları bir güzel kapladı. Bir tek kuyruğunu yapmak kaldı. Pansiyonda diğer öğrencilerin, çalışmalarını yaparlarken çöpe attıkları jelatin parçalarını güzelce ipe dizerek kuyruğu da tamamladı.
Şenliğin yapılmasına bir gün kala tüm öğrenciler çalışmalarını bitirdi. Her öğrenci kendi gözünde en yükseğe çıkacak ve en güzel seçilecek uçurtmayı yapmıştı. Yalnız, kocaman okulda bu şekilde düşünmeyen bir kişi vardı: Murat. Derme çatma, sokaktan, çöpten bulunmuş parçalarla yapılan bir uçurtma ne kadar yükseğe uçabilirdi veya nasıl en güzel seçilebilirdi? Diğer öğrenciler de bunun farkındaydı. Birçoğu onunla dalga geçip binbir zahmetle yaptığı uçurtmayı ucube varlıklara benzetmeye başladı. Bir an onu parçalayıp okul bahçesindeki iri çöp kovasına atmayı düşündü. Fakat hemen bu fikrinden vazgeçti, çünkü uçurtması olmadan şenliğe katılamazdı. Katılımın tek şartı buydu.
Ertesi gün tüm öğretmen, öğrenci ve veliler, etkinlik alanında hazırdı. Alanda yaklaşık beş yüz kişi vardı. Burası dağın yamacında, çevresine nazaran biraz daha düzlük, ağaçsız fakat küçük çalıların yoğunlukta olduğu çimenlerle kaplı bir mesire alanıydı. Tüm katılımcılar çok heyecanlıydı. Bazı anne babalar ve pansiyonun aşçısı yemek işleriyle meşgulken öğrenciler de tatlı bir telaşla uçurtmalarını, biraz sonra başlayacak yarışmaya hazırlıyorlardı. Son kontroller de yapıldı. Yarışmayı yönetecek olan coğrafya öğretmeni öğrencilerin yanına geldiğinde herkes onun etrafını sardı. Etkinlik alanına birbiri ardına sıralanan onlarca öğrenci, başlama komutuyla ilk yarışmaya başladı. Herkes el emeği göz nuru ile yaptığı uçurtmayı en yükseğe çıkarabilmek için çabalıyordu. Ortama küçük çaplı bir karmaşa hâkimdi. Kimisi daha birkaç metre havalanmadan yere çakılıyor kimi de tıpkı bir kartal gibi gökyüzüne doğru yükseliyordu. Murat da tüm gayretiyle uçurtmasını yükseğe çıkarmak istiyordu fakat çabaları nafileydi. Bu derme çatma, yamuk yumuk uçurtma elden çıkar çıkmaz sağa sola sapıyor; rüzgârda sarhoş gibi yalpalayıp yere çakılıyordu. Bütün çabaları sonuçsuz kalmış, diğer uçurtmaların aksine bir türlü havalanamamıştı. Her savruluşunda kuşburnu ve diğer dikenli çalılara takılarak dört bir yerinden de delinmişti. Artık pes etmişti. Hüzünlü gözleriyle gökyüzünde aheste aheste süzülen uçurtmalara bakarken acıklı bir film izliyor gibiydi. En yükseğe uçma kategorisinde sonuç belli oldu. Son sınıflardan bir erkek öğrenci yarışmayı kazandı. Ardından ikinci aşamaya geçildi. On öğretmenden oluşan titiz bir jüri grubu, okuldan getirilen sıralara oturdu. Ellerinde kâğıt kalemlerle en güzel uçurtmayı seçmek için puanlamaya başladılar. En güzel uçurtma konusunda çoğu kişi dört beş çalışma üzerinde hemfikirdi. Her katılımcı elinde uçurtmasıyla jürinin karşısına geliyor, on, on beş saniyelik bir bakışın ardından yerini diğer yarışmacıya bırakıyordu. Sıra Murat’a geldi. Ürkek, çekingen, kararsız adımlarla jürinin karşısına çıktı. Öğretmenler önceki uçurtmaların aksine onunkine iki üç saniyelik kısacık bir bakış attıktan sonra “tamam” işareti yaparak onu da gönderdiler. Alay ve zorbalık orada da devam ediyordu. Murat gözyaşlarıyla kalabalığın dışına çıktı. Kısa bir süre sonra yarışma bitti. Öğretmenler ellerinde hesap makineleriyle harıl harıl puanları toplamaya koyuldular. Herkes heyecanla sonucun açıklanmasını bekliyordu.
Nihayet sonuç belli oldu. Tüm gözler açıklamayı yapacak proje sorumlusu coğrafya öğretmeninin üzerindeydi. Nefesler tutuldu. Sonuç açıklandı. En güzel uçurtma yarışması kategorisinin birincisi Murat oldu. Herkes hayretler içinde sağa sola bakıyordu. O ise, duyduklarına inanamıyordu. Tüm bakışlar onun zayıf, titrek elleriyle çekine çekine tuttuğu berbat hâldeki uçurtmadaydı. O anda herkes, daha önce dikkat etmediği bir ayrıntıyı fark etti. Bu ucube görünümlü uçurtmada diğerlerinde olmayan bir özellik vardı. Tam orta yerinde, yıpranmış ve biraz bozulmuş harflerle iki kelimelik İngilizce bir yazı yazıyordu. Süslü püslü, rengârenk her türlü şekil ve motiflerin olduğu diğer çalışmalarda tek bir harf bile yoktu. Anadolu lisesi okuyan ve az çok İngilizce bilen tüm öğrenciler, bu sloganın anlamını kavramakta gecikmedi. Uçurtmanın üzerinde: “NO WAR” yani “SAVAŞA HAYIR” yazıyordu. Herkes süsün, gösterişin gücünün farkındaydı. Ancak, yerinde yazılmış yazının veya bir sloganın onlardan katbekat üstün, etkili ve güçlü bir silah olabileceğini anladıklarında artık çok geçti. Murat, dış görünüşü çirkin, biçimsiz bir ürün hazırlamıştı ama ona Amerika’nın, Irak’a acımasızca saldırdığı; küçücük çocukları vahşice katlettiği o yıllarda büyük bir anlam yüklemişti. “Savaşa Hayır!”