Benim adım gündü, bir doğdum bin öldüm. Doğduğumda hatırlayamadığım her şeyin ömrümün gün batımında rastladım son halime, sonra adım adım yok olmaya…
Şafak vaktinde doğarken rengim, kızıla boyanırdı. Kuşluk vaktinde çökerdi üzerime mavi gök etekleri gün batmaya hazırlanırken. Bu kadar yükün ağırlığını ne zaman başlamıştım taşımaya. Gözlerimden sevgi akarken, yokluk vururdu dışıma. Ah! be zalim hayat, ne zaman gülecektin… Yüklerden kurtulup etrafa iki çift gülücük saçıp, çocukluğu çocuk gibi yaşamaya. Kader ezber bozacak, çamura bulaşmış ellerime, tertemiz elbiseme sinmiş duman kokusu… Hayat adil davransaydı ne olurdu, masumluğumun küçük umutlarına. Belki de çok şey istemiştim bu dünyadan ama fazla bir beklentim yoktu, zaten karanlıktı geceler. İnsan işte bekliyor aydınlık doğuran gündüzleri. Bir çok sebep arıyor düşerken Yusuf gibi sarılmak istiyor, bir duanın kuyudan çıkardığı sabır anına. Bir hasret vardı hep içimde kuşlara doğru uçmak. Sonra sonsuzluk kervanında uçuruma düştü, yüreğe sarıldı çiçekli bir yara. Ah! çekerek yükseldi asumana yedi kat acı. Kucağıma sessizce ağlayan iki gözyaşı çanağı bağladım nasıl olsa hiç kesilmeyecek damlaların akışı diye. Bir mahsun bakış kaldı gözlerimden benden geriye. Ne sonu olacaktı bu ömrün ne de bir gün vuslatı. Kader deyip geçmeye yoktu, arzı halimin gayesi içinde, yaşayan okyanusun tam ortasında can yeleğim. Artık söyleyecek sözlerim bile yansımayacaktı ışıklara, yavaş yavaş kaybolacaktı saydığım her şey. Bir bir çizdiğim resimler kendi tuvalinde yok olacaktı.
Artık renkler küsecek kalem eğrilecekti… Ben yorulmuştum yol da uzundu koşacağım yerleri adımlarayak gidecektim artık…
Ne başı belli ne de sonu olmayan çıkmazlardı, bu kadar hengame ne içindi diye sormak zor da geliyordu onca zamanın ardında…