Tarihi değerlendirirken olayları o günün şartlarına göre yorumlamak gerekir gibi klasik bir tez vardır. Bu bakış açısı ne kadar doğrudur bilinmez, fakat her dönemin etkilediği, yıktığı, yok ettiği, yerin dibine soktuğu ya da tüm bunların aksine göklere çıkardığı yaşanmışlıklar veya hayatlar vardır.
Dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan milyarlarca insan, bu iki durum arasındaki, yani ömrünün sonuna kadar mesut ve varlıklı yaşama ile fakir ve mutsuz yaşama arasındaki ince çizginin sebeplerini farklı yorumlarlar. Kimisi kader der, kimisi eğitim, kimisi gelişmişlik, kimisi şans, kimisi tesadüf… Kader diyenler; insanın nerede, ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda dünyaya geleceğinin elinde olmadığını söylerler. Doğru da derler, çünkü hakikaten böyle bir seçim şansı hiçbirimizde yoktur; fakat onlar için asıl sorun, içine doğdukları toplumsal şartlara boyun eğerek kabullenmeleri olabilir. Belki de asıl kahramanlar, bu seçimi yapamama durumunda hemfikir olup da buna kader demeyen, dese bile boyun eğmeyip bu makûs talih ile savaşmayı düşünenlerdir. Kimisine göre bu karşı çıkış ve savaşma fikri, basit bir eylem, hatta boş bir laftan öteye gitmez. Birçok insan, böyle bir uğraşın, coşkun akan ve önüne çıkan her şeyi yok etmeye muktedir bir selin önüne geçmek gibi mantıksız olduğunu düşünür. Aksini düşünenler ise kendince veya inandığınca bu seli durdurmaya çalışır. Kimi avucundaki taşları atar, kimi iri kayaları, ağaçları… Kimi de kendini…
Ya biz?