Tülay yürümeye devam ettikçe duyduğu sesin konuşma sesleri olduğunu fark etti. Bir yanı gitme derken diğer yanı devam et diyordu. Artık bedenine hakim olamıyordu, ayakları hala adım atmaya devam ediyordu. Kalp atışları hızlanmış nefesini kesik kesik alabiliyordu. Ayakları adım atmayı durduğunda karşısında kendisine şaşkınlıkla bakan küçük insanları gördü. Boyları en fazla bir metre olmalıydı. Görünüşleri aynı insana benziyordu fakat insanlardan da farklıydılar. Ciltleri bembeyazdı, gözleri çok iriydi. Saçları parlak kızıl ve yere değecek kadar uzundu. Çok güzellerdi. Tülay, heyecanlanıp selam vermek istedi. Elini sallayarak gülümseyerek merhaba dedi. Küçük insanlar birden bağırmaya ve ellerine aldıkları sivri kılıca benzeyen silahlarıyla üstüne yürümeye başladılar. Dillerini anlamıyordu, sesleri çok boğuktu sanki ağızlarının içinden konuşuyorlardı. Durun lütfen size zarar vermeye gelmedim dese de daha çok bağırmaya başladılar. O sırada birden sessizlik oldu. Farklı biri kendisine doğru yürüdü. Bu küçük insan diğerlerinden farklıydı. Gözleri daha küçüktü, saçları da kızıl değil beyazdı.
“Buraya neden geldin kızım?”
Tülay şaşkınlıktan cevap veremedi. Bu küçük insanları görmekten daha çok şaşırdığı şey kendisiyle Türkçe konuşan bu küçük insandı.
“Bu mağarayı keşfettik. Ben arkadaşlarımla geldim. Onlar nerede bilmiyorum sadece sizi rahatsız etmek istemedim.”
“Burada olmaman gerekiyor. Buraya nasıl girebilirsin ki?”
“Özür dilerim buradan gitmek istiyorum sadece.”
“O kapıdan hiçbir insan giremez. Nasıl girdiğini bilmiyorum. Ama korkmana gerek yok. Gel seninle biraz yürüyelim.” dedi.
Diğer insanlar sakinleşmişti ve artık kendisine bakmıyorlardı. Beyaz saçlı adam, yürümeye başladı, Tülay da hızla yanına gitti.
“Buraya gelen ilk insan sensin. Biz hem burada hem de su altında yaşayabiliyoruz. Kabilemizin adı Muka. Asıl şehrimiz su altında ve insanlarımız okyanusun derinliklerinde yaşıyorlar. Suyun çok derinliklerinde bilmediğiniz kötülükler var. İnsanları ve yeryüzünü onlardan koruyoruz.”
Yürüdükleri sırada bir kapının önüne geldiklerini fark etti.
“Hepsi aramızda kalmalı unutma. Senin artık gitme vaktin geldi.”
Geldiği kapıydı bu. Teşekkür ederek kapıdan geçti. Duvarlarında çizimler olan odaya geri dönmüştü. Odanın içi inanılmaz soğuktu. Çok üşüyordu ve kendisini yorgun hissediyordu. Bir an önce tekneye geri dönmek istiyordu. Pencere açıklığından çıkıp uçan çiçeklerin olduğu girişe girince çok rahatladı. Arkadaşı orada durmuş şaşkınlık içinde kendisine bakıyordu.
“Size inanamıyorum beni nasıl yalnız bırakırsınız. Başıma neler geldiğini duyunca inanamayacaksınız.”
Özge şaşırmış halde bakmaya devam ediyordu. İşaret parmağıyla kendisini işaret etti.
“Saçların…” diyebildi Özge.
“Sen ne diyordun Özge ne saçı? Başıma bir sürü şey geldi. Dinliyor musun beni?”
“Tülay sen misin? Sen. N’oldu sana?”
“Özge, benim tabi ki.”
Baktığında elleri, bacakları her yeri buruşmuştu. Uzun sarı saçları bembeyaz olmuştu. Yaşlanmıştı.
“Ben ne zamandan beri yoktum Özge?”
“Sadece birkaç dakika. Biz o boşluktan girdik ama sen birden kayboldun. İnanamıyorum. Sen çok değişmişsin.”
“Özge buradan hemen çıkmamız lazım.”
Tekneye binip eve geri döndükleri zaman kimse aynı değildi. Gittiği yer neresiydi? Başka bir boyut muydu? Dünya üzerindeki birkaç dakika o boyutta 40 yıl mı ediyordu? 30 yaşında genç bir kadındı. Lakin bedeni 70 yaşında yaşlı bir kadına aitti. Bu şekilde yaşayamazdı. Tekneyle o mağarayı aylarca aradı fakat hiçbir zaman bulamadı. Böyle olmazdı. Tüm ümitleri tükendiğinde son kez okyanusa açıldı. Gökyüzüyle denizin birleştiği o uçsuz bucaksız maviliğe ulaştığında ufuk çizgisi artık gözükmediğinde kusursuz suların kucağına bıraktı kendisini. Aklında tek şey vardı: Muka kabilesinin su altı şehrini görebilmek.
İki seri şeklinde yazılmış bir hikaye. Tesadüfen gördüğüm mağara 1 in sonunu merakla beklemiştim. Begendim.