Dün gibi hatırlıyorum, gecekondumuzun damından sarkan neredeyse yarım metre boyunda ve başınıza düşse kafanızı delip sizi hastanelik edecek kadar güçlü o buz saçaklarını. Bana nedense hep bir şövalyenin mızrağını hatırlatmışlardır. Babam işte böylesine dondurucu ve soğuk bir Ankara sabahında çıkmıştı evden. Geri döndüğünde konuşamayacak vaziyetteydi. Sesi o derece kısılmıştı ki söyledikleri zor anlaşılıyordu. Oysa yaklaşık iki üç saat önce evden çıktığında sapasağlamdı. Başına kötü bir iş mi gelmişti acaba diye merak etmekten kendimi alamadım. Üstüne başına baktım, herhangi bir yara bere ezik göçük yoktu. Elinde sımsıkı tuttuğu bir bayrak vardı. Sarı ve lacivert renkte, o kadar sıkı sarılmıştı ki ona, öylesine kucaklamıştı ki….
Okuma yazmayı yeni yeni öğrenmeye başlayan bir çocuktum henüz, bayrağın üzerinde büyük harflerle yazılı olan şeyi heceleyerek okumaya çalışıyordum. AN-KA-RA-GÜ-CÜ, çok zor olmadı benim için olayı çözmek, babamın sesi bu yüzden kısılmıştı. Ciğerlerini parçalarcasına hiç susmadan bağırmış, yüreğini ortaya koymuştu. Onu o durumda hayal ettim, o dondurucu soğukta, nefesi tükenene dek, çığlık çığlığa bir haykırış içerisinde.
O zamana dek sarı lacivert renge sahip tek takım olarak Fenerbahçe’yi duymuştum çünkü kuzenim de Fenerbahçeliydi. Ertesi gün okulumuzdaki dev haritaya baktım. Yaşadığım şehir olan Ankara haritanın tam ortasında duruyordu. Hımmm demek ki Fenerbahçe de buralarda bir yerlerde olmalıydı. Tüm haritayı baştan sona didik didik ettiğim halde Fenerbahçe diye bir şehir bulamamıştım. Çabalarım nafileydi. Ya haritada bir basım hatası vardı ya da Türkiye’de Fenerbahçe diye bir il yoktu. Beynimi kemiren bu soruyu yine kuzenime, ‘‘Senin tuttuğun bu Fenerbahçe haritada niye yok?’’ diye sordum. Kuzenim Fenerbahçe’nin İstanbul takımı olduğunu söyleyince muzip kafamla beyinleri yakan şu ikinci soruyu sordum. ‘‘Peki biz neden Ankaragücü’nü tutmuyoruz?’’ Kuzenim buna da tatmin edici bir cevap vermedi. ‘‘Boş ver, Fenerbahçe iyidir, sen Fenerbahçe’yi tut’’ dedi.
Futbol deyip geçmeyin. Toplumların takım tutma alışkanlıkları o toplumdaki insanların psikolojik altyapılarıyla sanılandan fazla ilgilidir. Yukarıda bahsettiğim kuzenimin cevap veremediği soruyu ben yetişkinliğim boyunca da merak ettim. Bu konuda o günkü imkanlar ölçüsünde bir araştırma yapmak mümkün olmamış olsa da gözlemleyebildiğim kadarıyla, örneğin dünyanın en iyi takımlarından biri olan Real Madrid’in İspanya’daki taraftarlarının neredeyse tamamı Madrid kentindendir. İnsanlar kendi kentlerinin takımı amatör kümede bile olsa o takımı desteklerler. ‘’Güçlü’’ olanı desteklemek ise bize özgü bir davranıştır. Siz hiç Adanalı olup da Samsunspor’u tutan birini gördünüz mü? Ama hepimiz Erzurumlu, Mardinli, Çorumlu, Kütahyalı olup Fenerbahçe’yi, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı tutan birini mutlaka görmüşsünüzdür. Ya da ‘‘Hangi takımı tutuyorsun?’’ sorusuna bir Alman’ın, ‘‘Üç büyüklerden Bayern Münih’i, kendi memleketimiz olduğu için de Darmstadt’ı tutuyorum’’ diyeceğini tasavvur edebilir misiniz? Ama bizde ‘‘Üç büyüklerden Galatasaray’ı, kendi memleketim olduğu için de Malatyaspor’u tutuyorum’’ cevabı yemek içmek kadar doğal bir cevaptır.
‘‘Üç büyük’’ kavramı üzerine ne yazsak azdır. Ne demektir üç büyük? Şampiyon olmuş üç takım için ille de bir kategorizasyon gerekiyorsa bu neden ‘‘üç şampiyon’’ ya da ‘‘üç güçlü’’ değil de ‘‘üç büyük’’. Biz neden takım tutarken bir tane ‘‘büyük’’ bir tane de ‘‘memleket’’ takımı tutma absürtlüğüne başvuran dünya üzerindeki tek toplumuz? İspanyol kendi Mallorca’sını, İngiliz kendi Norwich’ini, Alman kendi Darmstadt’ını tek takım olarak tutar da neden bizden birisi çıkıp ‘’Yalnız ve sadece tek büyük Konyaspor’u tutuyorum’’ demez.
Babamın eve sesi kısılarak geldiği 1984 Şubat’ından bugüne uzanan hikayede yukarıda bir kısmını kısaca anlattığım muzip kafamın merakını uyandıran ve bana ‘‘neden’’ sorusunu sorduran durumların tamamını şu iki sözcükle açıklayabildim: Kişiliksizleşmek ve Kimliksizleşmek. Türkiye’de kişiliksizleşmenin ve kimliksizleşmenin tarihi yazılacaksa futboldaki takım tutma kültürümüzün bununla çok yakından ve doğrudan ilgisi vardır.
Bu saptamamızı geniş bir spektrumda ele almak mümkündür. Yaşamayı tercih ettiğimiz semt, sadece bir semt değildir. Adıyla, kentteki konumlanışıyla bizim bir parçamızı başka bir deyişle bir duygumuzu temsil eder. Dinlemeyi tercih ettiğimiz müzik notaların çok ötesinde bir anlam ifade eder. Bindiğiniz araba, en sevdiğiniz yemek, sevdiğiniz renkler, sevdiğiniz kokular, tercih ettiğiniz tatil konseptleri ve daha burada sayamayacağımız, günlük hayatta renk ve zevk olarak adlandırdığımız her şey aslında bizim bir parçamızı temsil eder. Buradan da rahatlıkla şu sonuca varmak mümkün. Bir ülkenin taraftarlık kültürü o ülke insanının aidiyet duygusu ile yakında ilgilidir. Şu durumda ülkemiz insanının neredeyse yüzde doksanının böyle bir aidiyet duygusu yok. Dolayısıyla herhangi bir kişiliği ya da kimliği de yok. Sürü nereye giderse peşinden giden, güç neredeyse orada olan bir toplumuz. Umarım yanılıyorumdur.