Öyle güzel bir bahar sabahı ki güneş her zaman ki güzelliğiyle karşı dağın zirvesinden sessizce beni izleyip kanatlarımda rengârenk bir gök kuşağı oluşturuyor, sanki. Etrafım sayamayacağım kadar çiçeklerle dolu. Menekşe:
– ‘‘Günaydın’’ diye gülümserken, papatyalar, -‘‘seviyor, sevmiyor’’ oynayalım der gibi bakıyor.
Öyle mutluyum, öyle mutluyum ki kokusunu cömertçe etrafa saçan gülden, ağaçlar arasında kalmış, kimsenin varlığından haberdar olmadığı kır çiçeklerine kadar sayısını hatırlayamadığım yüzlerce çiçeğe tek tek konup âdeta bir buse konduruyorum. Masmavi gökyüzünün altında ben, kanatlarım ve keyfimle özgürce kanat çırpıyor, baharın tadını çıkarıyorum. Bugün kendimi bayram günü poşetine renk renk şeker koymuş, günler öncesinden hazırlanan para kesemi tıka basa harçlık doldurmuş çocuklar gibi mutlu hissediyorum.
Bu mutlu günümü baharın keyfini çıkaran diğer arkadaşlarla paylaşmazsam, çatlarım gibi geliyor. Az ileride gül bahçesini meşe ağacının manzarayı en güzel gören dalından izleyen bülbül gözüme ilişiveriyor. Sakin ama bir o kadar da heyecanlı bir şekilde kanatlarımı hareketlendirip rotamı meşe ağacına çeviriyorum. Güle hayran hayran bakakalmış bülbül, yanı başına konduğumdan bile habersiz,
– Selam, bülbül kardeş, ne yapıyorsun burada. Bu dalgınlıkta da neden? Bir başına meşe ağacının dalında seni sessizliğe iten, ne ki? Bülbül:
– ‘‘Şu güzelim bahar gününe hoş kokusunu yayan, uğruna şiirler yazdığım pembe gülleri izliyorum’’ deyiveriyor. Sanki, dertli biraz. Dinleyince anladım. Meğer üzüntüsü gülün ömrüymüş. Böyle sevgi dolu izlerken, biliyormuş ki birkaç güne solacak o güzelim pespembe Isparta gülleri. Uğruna türküler, şarkılar söylediği gülün kendisini bırakıp gitme zamanıymış, bülbülün asıl tasası. Ben:
– ‘‘Ne yapsam, ne söylesem de bülbülün keyfini yerine nasıl getirsem diye düşünmeye başlamışken kısa bir sessizlik çöküyor sohbetin ortasına. Meşe ağacının dalları taptaze yapraklarıyla sabah rüzgârı eşliğinde uyumlu bir dansa durmuşken, sessizliği ben bozuyorum:’’
– Sen çok şanslısın aslında. Her evin önü gül bahçeleriyle dolu. Kanatlarını açtın mı istediğin gül bahçesine konar doya doya izlersin. Yine şiirler yazar, şarkılar söylersin. Hatta ülke dolaşıp hayatının sonuna kadar gül bahçelerinde yaşarsın’’ desem de teselli edemedim. Sonradan anladım ki bülbül her bahar açan kendine has rengi ve dillere destan kokusuyla Isparta gülüne hayranmış. Ona âşık, ona sevdalıymış,
Meğerse Mecnun’a dönen bülbül değil benmişim, hiçbir tabip çare bulamaz gönül yarasına. Kim bilir neler vermezdi ki gülünü kaybetmemek için. Bülbülün derdine merhem olamayacağımı anlayınca, onu gülle baş başa bırakarak, sohbetine ve misafirperverliğine teşekkür edip vedalaşmak en doğru gibi geldi. Ben de öyle yaptım. O an her güzelliğin bir sonu var mı diye düşünerek kanatlarımı çırpa çırpa başka bir adrese yol almaya başladım. Acaba incecik kanatlarım beni daha nelerle karşılaştıracaktı. Gözlerim baharın güzelliklerinde aklım ise gülün solup bülbülü üzmesinde kalmıştı.
Sırf merakımdan soruyorum.
– Beni de üzerler mi?
Ben, kanatlarım ve keyfim demiştim ya. Bülbülün haline üzülmüş, keyfim kaçmaya başlamıştı. Yeni bir adrese yol almalı, baharın neşesini doya doya yaşamalıyım derken, toprak üzerinde kendi başına yürüyen buğday tanelerini görünce şaşkınlıktan âdeta dilim tutuldu. Merakımı gidermem gerekiyordu. Sessizce hareketli buğday tanelerinden oluşan o uzun sıraya biraz mesafeli bir yerde, bazı yerlerini yosun tutmuş bir taşın üzerine yavaşça kondum. Bildiğim kadarıyla buğday başakta olurdu. O kadar dolaştım hiç kendi başına hareket eden, hatta nizami bir sıra oluşturarak askeri düzende ilerleyen buğday tanelerine şahit olmamıştım. Güneşin kanatlarımı bütün sevecenliğiyle tıpkı bir anne şefkatiyle okşadığı bir bahar günü bana daha neler gösterecekti. Gülün soluşuna dertlenen sevdalı bülbül aklımda dolaşıp dururken bu yürüyen buğday taneleri de neyin nesiydi? Yürüyen buğday tanelerini izlemeye koyulduğum yosunlu taşın hemen yanında sırayı bozmuş, hareketsiz duran bir buğday tanesi gözüme ilişti.
O da ne? Buğday tanesinin yanında ter içinde yorgunluktan takati kesilmiş bir karınca. Buğday tanesinin altında kalan ayağından birini çıkarmak için son kalan gücünü kullanır gibi. Kanatlarımın parlaklığından olacak ki şöyle bir irkildi ve gözlerini bana dikti. Sanki yardım istiyor gibiydi. Hemen yanına indim. O zor durumdan kurtardım onu. Teşekkür etmeye mecali kalmayan karınca tebessümle başını eğdi. Söze dökemese de gönlünden geçen samimi hareketi karşında çok mutlu oldum. Biraz zaman geçmiş, karıncanın yorgunluğu geçmiş gibiydi. Hemen merakımı gidermeliydim. Buğday taneleri sıra sıra yürürken senin bu buğday tanesinin altında ne işin var diyeceğimi hissetmiş olmalı ki başladı anlatmaya:
– Biz Rençber karıncalarız. İlkbahardan sonbahara toprak altındaki evimize yiyecek depolar, kendi ağırlığımızın da kat be kat fazlasını taşırız. O yürüdüğünü zannettiğin buğday taneleri var ya onların altında benim gibi bedeni küçük azmi kocaman bir karınca ailesi var. Biz hasat zamanı çalışır, kışın afiyetle yeriz, kelebek kardeş. Bak şimdi gülesim geldi. Yürüyen buğday tanesi ha, Allah senin iyiliğini versin. Ay sen çok yaşa kelebek kardeş’’ deyiverdi bir solukta. Aklımda deli sorular. Yorgunluktan bitap düşmüş karınca neden bana çok yaşa dedi. Elbet vardır bir bildiği deyip sessiz düşündüm. Aklımdan da çıkmadı ki hiç. Hemen bülbülü üzen pembe gül belirdi, hafızamda. Ben mutlu kelebektim. Olumsuzluk yoktu benim sözlüğümde. Hiç kimseyi üzmem, kimse de beni üzmez diye düşündüm bir an. Hem biraz önce yardıma ihtiyacı olan karıncayı kurtararak çok sevindirmiş, bu davranışımdan ben de mutlu olmuştum. Sırtına zorla aldığı buğday tanesiyle âdeta yürüyen buğday karınca, yavaş ve sakin adımlarla yuvasına uzanan patika yolda sessizce şarkı mırıldana mırıldana gözden kayboldu. Bir sohbet daha son bulmuş, ben, kanatlarım ve sabahın ilk saatlerine göre azalan keyfimle yine baş başayım. Bülbül üzgün, karınca çalışkandı. Ya ben? Kafamda deli sorular vardı. Güneşin ışınlarını cömertçe kanatlarıma yansıttığı bu bahar günü ben, kanatlarım ve keyfim yeni bir adrese yol almak üzere yolcuydu. Kim bilir beni daha neler bekliyordu kanat çırpıp mola vereceğim duraklarda. Rengârenk çiçeklerin kokusu hala kanatlarımda yol aldım. Kovanlardan son sürat fırlayan arıların polen toplama telaşı, buğday tanelerinin nizami ilerleyişi, rençber karıncanın yorgun hali, mor menekşeler, kır çiçeklerindeki yaban arıları. Her gördüğüm çalışıyor ve ben özgürce uçuyordum. Kanatları renk renk özgür ruhlu kelebeğim ben.
Kaç saat kanat çırptım bilmiyorum. Öyle bir ağırlık çöktü ki kanatlarıma yorgunluktan bitap düşmüş karınca gibi bir an önce dinlenmem gerekliydi. Farkında olmadan çok fazla yükselmiş olmalıyım ki zor nefes alıyorum. Sanki biraz da üşüyor gibiyim. Fazla yükseklikten olsa gerek, hemen alçalmalıyım. Yükseklik korkum da var zaten. Nasıl bir düşünce girdabına girmişsem yükseklik korkumu unutuvermişim. Korkudan kalbim duracak neredeyse. Aşağıya indikçe yemyeşil ağaçları, şırıl şırıl akan ırmakları görmek beni sevindirdi. İndikçe doğanın güzelliği ortaya çıkıyor, kuş sesleri geliyordu kulağıma. Az ileride cıvıl cıvıl çocukların olduğu, etrafındaki oturaklarda -anne ve babaları olsa gerek- hoş bir sohbetin döndüğü bir kalabalık vardı. Yönümü hemen oraya döndüm. Çeşit çeşit oyuncakların olduğu çok güzel bir parktı orası. Güzel olmasına şaşmamak gerekirdi zaten. İçinde neşeyle oynayan çocuklar vardı. Saatlerce izledim onları ve uzaktan kontrol eden anne babaları. Herkes öyle dalmıştı ki ortama, benden kimsenin haberi bile olmadı. Bu duruma biraz alınmadım değil. Beni fark edemeyecek kadar koyu sohbetin konusu neydi kim bilir. Neyse biraz yaklaşıp şu güzelim minikleri seyre devam etmeliyim diye sesimi kendim duyabileceğim şekilde mırıldanırken birkaç dakika sonra sarı saçlı, mavi gözlü beş yaşlarında tatlı bir kız çocuğu annesine sevinçle seslendi:
– ‘‘Anne: -kelebek, anne, kelebek, kelebek…
Kaç defa söyledi sayamadım. Çocuğunun sevinçle seslenmesini duyan anne hızlı ve sakin adımlarla yanımıza geldi.
– Bak anne kelebek, hem de renk renk, çok güzel. Kısa, bir o kadar da beni sevindiren kelimeler kurdu peşi sıra. Gözlerindeki yaşam enerjisi mi desem parkta oynamanın verdiği heyecan mı desem ya da bana hayran hayran bakan o güzel gözlü tatlı kızın mutluluğu her nedense ben o mutlu miniğe bakakaldım. Acaba avuçlarımı açsam konar mı diye düşündüğünü hissetmiş olmalıyım ki avuçlarını açar açmaz konuverdim o minik tatlı ellere. Şimdi bir daha söylüyorum, ben kanatlarım ve keyfim sarı saçlı, mavi gözlü dünya güzelinin avuçlarında. Görseniz bana nasıl da hayran hayran bakıyor. Eminim içinden uçup gitmeyeyim diye dua ediyor, beni korkutmamak için hareketlerini özenle seçiyor Mavişim. Narin ellerinin tarifsiz sıcaklığını hissediyorum. Bir bahar sabahında güneş ışığıyla başlayan günüm sanki güneşi kıskandıran bir miniğin avuçlarında gün batımını izliyor. Çok mutluyum çok. Gün boyu nelerle karşılaştım. Bülbüle hüzünlendim. Yürüyen buğday tanelerine şaşkın şaşkın baktım. Polen toplayan arılara alkış tuttum. Şimdi ne mi yapıyorum? Tatlı mı tatlı bir meleğin avuçlarında denizin yutmak üzere olduğu güneşin yeni bir bahar sabahında görüşmek üzere der gibi sessizce gidişini izliyorum. Hiç bıraksın istemiyorum beni bu avuçlar. Birkaç saat daha tutmalı ki bu minik avuçlarda akşam yakamozu da izlemeliyim.
Bu kelebek, çok keyfine düşkün dediğinizi duyar gibiyim. Biraz önce karşı banka kulak misafiri oldum. Kelebeğin ömrü kısa olurmuş. Varsın olsun şu an şu minik ellerde en mutlu anımı yaşadım ya. Hiç de aldırmadım konuşulanlara ve beni bekleyen sona. Ben, kanatlarım ve keyfim mutluyuz bu minik avuçta. Yanı başımda sabahlayan Baykuş son narasını öyle bir attı ki, gözlerimi irkilerek açtım. Mevsim bahar olsa da ne güle âşık bülbül vardı yanımda ne de yürüyen buğday taneleri. Karıncalar çoktan mesaiye başlamıştır bir yerlerde. Sarı saçlı, mavi gözlü küçük melek ve minicik ellerini de göremeyince anladım ki rengârenk bir kelebeğin rüyasıydı bu, diye bitirdi.