Sadece pazar sabahları saatini kurmuyordu. Evde olduğu tek gündü. Huzurla uykuya dalmadan önce büyük bir keyifle telefonunu kapatıyor, bedeni ne zaman uyanmak isterse o zaman kalkmayı planlıyordu. Uykunun en tatlı yerinde uzaktan çalan alarmı duydu, sakince aklını toparladı, onun alarmı değildi, saatine baktı 05.45 yazık pazar pazar bu saatte kalkması gerekenlerde var dedi. Dönüp yastığına sarıldı ve uyumaya niyetlendi. Alarm giderek yükselen sesiyle kulağının dibinde gibiydi.
Kulaklarını tıkıyor, gözlerinin bantının üstünden tutuyor bir türlü dalamıyordu. Komşunun alarmı 5 dakika arayla çalıyordu. Saatine baktı 06.45 bir saat olmuştu. Oturdu öfkeyle ne olabileceğini düşündü. Belki de başına bişi gelmişti, alarmı kurmuş telefonu evde unutmuştu. Sayısız fikir üretirken sesin ritmi beynini tırmalıyordu. Saat 08.50’de alarm sustu.
Demek ki uyumamam gerekiyor dedi, toparlanıp gününe başladı. Ertesi pazar, sonraki pazar, daha sonraki pazarlarda hep aynı şey oldu. Kalkıp sesi takip edip karşı sokaktaki apartmanın önüne kadar gitti. 16 zil vardı, hiçbiri bu alarmı duymuyor, rahatsız olmuyorsa zili nasıl duyarlardı. Hasta veya zor uyuyan birini uyandırabilirdi. 3 pazar sabahı apartmanın kapısında durup iç muhasebesi yaptı.
Pazar günü sabahın 05.45’inde başlayıp 08.50’sinde susan delirmiş alarm için belediyeyi bir kaç kez aradı. Sonra sustu. Daha sıkı kulaklıklar, daha koyu göz bantları aldı.
Hayat kaygan bir zeminde dans etmek gibidir, bazen tek başına hızlı ritmle yorularak, bazen iyi bir partnerle huzur ve ahenkle, yerine göre ileri gidip yerine göre geri adımlayarak. Ne zaman hangi figürü yapacağını müzik ve partnerinle belirlersin, tüm mesele o zeminde uyumlu ve estetik sonuçlar çıkarabilmektir.
Sınırları tanımlarken iki tarafında korunması gerekir. İçler -dışlar hakkını tam olarak alabilmeli. Ne içerde kalması gereken esneklik bulmalı ne de dışarıda olan içeri sızabilmeli. Tam olarak ait olanı ait olduğu yerde tutan ölçüdür sınırlar.
Evin, yüreğin, hislerin, bedenin, maddi- manevi her varın mevcut sınırlarına saygı göstermek, çiğnememek ve korumak zorundayız. Ta ki bizim sınırlarımızda o şekilde güvencede olsunlar.
Otobüste yanınıza oturanın çantasını üzerinize sarkıtması, uyuyup başını size bırakması, yol boyu basit bir konunun içinde kahkahalarla düşüncenizi dağıtması, saçma sapan videoları yüksek sesle dinlettirmesi, yanındakilerle bol gürültülü sohbet etmesi. Nasıl ve ne şekilde davranmanız gerektiğini o an sizin belirlemek zorunda kalmanız çok acı.
Bu kurallar anaokulunda öğretiliyor. İş yerinde durması gereken yeri inatla aşan iş arkadaşlarınız, sorumluluklarını atlayan amirleriniz, sürekli ardına angarya yığan mesaidaşlarınız, yorgunluğunuz hakkına girmiyorlar mı?
Sabah günaydın demeden girmek, iyi akşamlar demeden ayrılmak gönül hakkı ise de iş aktarmak, kuralları ezmek, aralardan sızmak, olmuşu olmamış, olmamışı olmuş göstermek, yaptım ve yapmadı mı başkasına aktarmak ciddi ciddi kul hakkıdır.
Büyüklerimiz, “Ağaç yaşken eğilir” derlerdi, ağaç yaşlanmışken önünde eğdiriyor. Dikkat etmemiz gereken, yaş ve baş ne olursa olsun sınırları aşmamaktır. Sınırların koruduğu bizi biz yapanları açığa çıkarıp ziyan ettirmek ayıklanması çok zor haksızlıklara, telafisi zor karışıklıklara sebep olur.
İnsan olmak tekamül gerektirir, “İki günü müsavi olan ziyandadır” (Deylemi) buyuran efendimiz bize gelişmekten başka çaremiz olmadığını hatırlatmıştır. Dün böyleydi, biz böyleydik, onlar böyle yapıyorlar diye bahanelere sığınmak zihnimizi küflendirir. Bahaneler kabahatlerin devamına sebeptir, mümin bahane bulmaz, gayret için sebep bulur. Daha iyisi için çaba sarf eder. İnsan olmanın onuruna yakışır tavrını, daima daha güzeline ulaştırır.
Her gün yanınızdaki insanlara 6 yaşlarında annelerinin ve anaokul öğretmenlerinin öğrettiği şeyleri söylemek zorunda kalıyorsanız bu sadece sizi yaşlandırmaz. Zaman kaybı sadece sizin hayatınızdan olmaz, bu külliyen o insanların tüm ömürlerinin boşlukta savrulduğu anlamına gelir.
İnsan içinde taşıdığı cevherleri görmezden geldiğinde o cevherler hızla ve sessizce onu terkederler. Beslemediğimiz hiçbir değer bizde yaşamaya devam etmez. Görmediğimiz anda erir ve yok olur. Tekrar kazanmak yeniden üretmek çok zordur.
Akıl bize alıcı gözle bakmamız içindir. Diğer insanlara bizde gördüklerimizle yaklaşırız. Duygumuz, korkumuz, sevgimiz hep iç hazinemizden akar tavırlarımıza. İçimizi yok sayıp dışardan gördüklerimizle hareket ettiğimizde tam olarak kaybolur iç hasletlerimiz.
Özen ve gayretle bize uygulanan programlar içlerimizle bağlantıyı koparmak içindir. Kimse kendi ruhunun ışığının farkına varmasın diye kendi simasının seyrine, başka simaların takibine, biteviye seyirden ibaret akışa kilitliyorlar hepimizi.
Çocuklar ve gençler için çırpınırken orta yaş ve üstünü çok daha hızlı ve kalıcı kaybediyoruz, sosyal facia izlemelerinde. Gözünü boş işlerle yorup sürekli akan ve değişen birbirinden tamamen farklı çeşit çeşit videodan sonra adını, sanını, yaşını unutuyor insanlar.
Çok yazık ahir zamanın ahirinde insan neslinin son örneklerindeyiz. Sanal alemden, sosyal iletişimden, yapay zeka etkisinden sonra gerçek ölümle yüzleşip sonsuzluğa yol alacağız. Gözümüzün gördüğü, elimizin değdiği, yüreğimizin hissettiği her ferde bir bir gerçeğin tadının bile isteye bizden çalındığını anlatmalıyız.
Bu zaferi olmayan bir savaş, insanın külliyen insanlığı öğütmek üzerine planladığı bir oyun, işimiz zor ömrümüz kısa, gazamız mübarek olsun…