Yüzyıllardır anlam yüklenmeyen çok mühim bir konu vardı. Doğanın bağıl izleri. Neydi bu izler? Ağaçların kendi aralarında kurdukları iletişimdi. Ya da gelecek kuşakları koruyucu düzeyde tohum üretmeleriydi. Kuşların tehlike anında bir araya gelip koro halinde cıvıldamaları da olabilirdi. Yahut tüylü, tüysüz sayısız canlının yaşamlarını devam ettirebilmek için geliştirdikleri uyum becerileriydi. Kısacası milyonlarca neden-sonuç ilişkisiydi, ulvi bir yasaya dayanan.
“Birlikte yaşam.”
Evvela parayı bulan sonra ticarete atılan, keşiflerle ve icatlarla medeniyeti kuran insanoğlu ise ne yazık ki evrendeki diğer canlılarla nasıl bir iletişim ve etkileşim halinde olması gerektiğini hâlâ öğrenememişti. Sanayi devriminden itibaren doğayı hammadde temini sağlayan bir kaynak olarak görüp hoyratça tüketmeye devam ediyordu. Sürdürülebilir yaşamın doğal gereksinimleri, ne yazık ki alınan eğitimlerin teorisine terkedilmiş; doğayla savaşmadan barış halinde yaşayabilme olgunluğu ve bilgeliği de hep doğumların ilk çığlığında unutulmuştu. Sorumsuz, ihmalkâr, tembel ve hırslı zihinlerin özensizliği, doğanın bağıl izlerini bir çöküşe doğru sürüklemişti.
Ve sonuç; her geçen gün daha da çoğalan müsilajlar, kirlilikler, atıklar.
Başka bir yerden anlatmaya çalışayım. Ormana yürüyüşe çıkıp sırt çantasındaki erzakları tükettikçe fazlalık diye gördüğü teneke konserve kutuları yürüdüğü ağaçların altına sanki gübre atıyormuş gibi bırakan. Yol kenarında bebeğinin bezini değiştirip kirli ve kakalısını doğaya küfreder gibi sunan. Arabayla yolculuk yaparken içtiği sigara izmaritlerini yollara fırlatan. Alışveriş yaparken mağazalara dalıp gitmiş bir halde içtiği pet şişeyi alelacele son yudumunu aldığı otoparkın kıyısındaki ağaç dibine bırakıveren. Saatlerce hazırlık yapıp, getirdiği piknik malzemelerinin arta kalanlarını mesire alanlarındaki kamelyalarda unutuveren. Define aramak için kurutulan göllere, fotoğraf stüdyosuna dönüştürülen sahillere, çamur banyosu niyetine poşetlerce alınan korunan alanlardaki killere hiç değinmeyelim.
Yine başka bir yerden anlatayım. Gemiler, yelkenliler ya da teknelerin atıklarıyla bir anda pis köpüklere boğulan koylar. Ah dili olsa da anlatsalar ağır biyolojik yüklerini. Yenilen yemeklerin atıklarını geri dönüşüm fabrikası muamelesi düşüncesiyle mi yoksa sadece umursamazlık hadsizliği ile mi bilinmez, mavi çarşafın üzerine nasıl salıverdiklerini de kumlara döksün dilsiz nadide koylar. Üretim tesislerinin bir taraftan imalat yaparken, bir yandan gerekli önlemleri ve sistemleri kurmadan doğaya bıraktıkları ağır metaller, nükleer atıklar ve kimyasal ilaçlardan da hiç bahsetmeyelim.
Kısacası insanoğlunun dünyaya kattığı milyonlarca zarar ziyan.
Ve sonuç; eko sistemi yok eden beyinler. Teker teker kopan halkalar, nesli tükenen hayvanlar ve bitkiler. Eriyen buzullar. Yırtık pırtık göğün kumaşı. Doğadaki geri dönüşsüz kırılmalar. Geleceğin su savaşlarının provasını yapar gibi kıtlığın ilk çığlıklarının habercisi komşu tarlalar, bahçeler ve çiftlikler.
Daha önce aynı konularda benzer tanımlamalar ya da cümleler mutlaka kuruldu. Hatta eskidi bunlar denilebilir. O vakit bir yama yapalım eskiyenlere ve birlikte yaşaYAMAma nedenine son dikişi atalım; “Herkes dünyada cenneti arıyordu, kendi söküğüyle cehenneme dönüştürürken.”
Kaleminize sağlık Nezihat Hanım. Dünyaya insanoğlunun yaptığı tüm kötülükleri, verdiği tüm zararları yazmışsınız. İnşallah tüm insanlar sizin de dediğiniz gibi geçmişe yama yapıp bir arada temiz bir çevrede yaşamaya başlarlar.
Herkes dünyada cenneti arıyordu, kendi söküğüyle cehenneme dönüştürürken Duyarlı yüreğine sağlık hocam ne yazık ki hızlı bir tükeniş yaşıyoruz. İklim değişiyor. Ormanlar kesildikçe göller kuruyor. Üç beş çevre duyarlısı insanın çabası yetmiyor
Çok güzel ve çok haklısın amcam. Okullarda Çevre Sağlığı hakkında ders olmalı