Mor ve yeşil… Öyle ki; bu bir sevdadır… Onlar ki âşık ve maşuktur. Bu sebeptendir ki, biri varlıktır, biri de yokluk… Ve bu, yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa dönüşümün renkli bir hikâyesidir.
…………………
Yeşil; bir zamanlar yani aşktan evvel, ‘mor’un özündeki bir mavi damlacık idi… O ‘mor’a hayran, ‘mor’ ona yâr, süzülürlerdi tek yürek misali… Kader yaratıldı, görevler dağıtıldı… Ve mavi damlacığın kaderine bir yağmur damlası olup toprağın bağrına düşmek yazıldı. Fani hayat onu hastalıkla tanıştırdı. Sıladan uzaklaşan mavi damlacık meftunu olduğu morun hasretiyle sararıp soldu. Bu sarartıyla karıştığında ise dünyanın vazgeçilmezi olan ve onunla nefes aldığı yeşil oldu. Mor ve Yeşil’in sevda türküsü işte böylece başlamış oldu…
O gün bugündür yeşil, yâri olan mor’a varma istidadında hep göğe uzanıp durmaktadır. Toprağın bağrını yaran narin damarlarındaki aşkın kuvvetiyle. Yani sevdiğinin adını anışlarıyla varlık bulan vücudu ile. O’nunla yaşar yeşil, O’nunla büyütür sevdasını. Dallarıyla, yapraklarıyla uzanır semaya, yakarır vuslat için.
Ân olur coşar içindeki sevdası. Mor, güneşiyle selâm edip ısıttığında sevdiğinin kalbini, can gelir yeşile, dirilir her bahar. Önce başını kaldırır yârinin selâmını alır. Ardından başlar şakımaya. Her zerresiyle cuş-u huruşa gelir, yapraklarıyla nameler döker, dallarıyla işaret eder “bir sen varsın” diye. O coşkusu bütün âleme yansır yeşilin. Her bahar arz üzerinde en güzel aşk mektubudur okuyup durduğumuz. Rengârenk çiçeklenen yeşilin semahıdır bahar. Ve aşkın var olduğuna belgedir, aşkın vücuda gelmiş cemâlidir bahar. Güneş de coşar bu manzarayla, daha bir ateşlenir, bu sevda onun içini de yakar kavurur. Güneşle birlikte yeryüzü de kavrulur…
Mor da bilir sevdiğinin gönlünü almasını. Zaman zaman mor çiçekleriyle gelir konar yeşilin çanak yapraklarına. Sarılırlar, koklaşırlar. Nihayetinde bir yansımadır mor çiçekler, fanidir, gidicidir. Ve dayanamaz güneşin sıcağına, ayrılık vakti gelip çatar takvim eylül’ü beş geçerken.
Artık aşkın hazan hali zuhur eder arza. Gül solar, mevsim solar, hicrandır bu defa yeşilin misafiri. Ayrılık, özlemi doğurur, sıkıntı ve zahmet verse de kıyamaz bebeğine, taşır gönlünün yaralı ve şefkatli kucağında. Büyüyüp serpilir özlem bebek, yetişkin bir hasret olur. Yetiştikçe ağırlaşır anne kucağında, taşınmaz olur. Beli bükülür yeşilin, sararır solar. Çıkıp geldiği toprağa doğru eğer başını ve yakarır sevdiğine kalbinden. Sitem etmeden, şikâyet etmeden, hep sevgisini dillendirerek teslim eder bedenini. Gökyüzü ağlar da ağlar bu sevdaya. Yıkar adeta mevt olan yeşil bedenleri. Sonra sarar kusursuz aşkı tasvir edercesine, bembeyaz kefenle örtüverir üzerini. Ölümün yüzü soğuktur, karlar soğuktur. Soğuk yorganını çeker üzerine yeşil ve bekler kavuşma gününü. Ta ki yeniden gülümser yâr yüzüne, yeniden gelir bahar. O zamana dek aşkı için ölümü severek yaşar yeşil. Ölen aşkı değildir çünkü. Aşkı damar damar tutunur toprağın altına, kök salar yeniden gülümseyebilmek için mor’a.
Yeşil, aşk namelerini toprağın altına yazar bu defa. Hal diliyle “ölen beden imiş, âşıklar ölmez” der.
Öyle ya; bir mevt, bir hayat döngüsüyle devam ederken zaman, aşk hep gençtir, tazedir ve henüz bilinemeyendir.
Zamanın ömrünü doldurduğu yerdedir vuslat. Gidenlerin, yitenlerin ve bitenlerin olmadığı mekândır vuslat evi. Dünya üzerinde yansımalar, tecelliler ve hayallerle yetindiğimiz maşuk’un cemâli ile bütünleşme günüdür vuslat. Her sevenin hülyasıdır, tutunduğu ümittir, yaslandığı yürek tahtıdır ve bahşedilen lezzetler içinde aşk “en tatlı” olandır…
İşte buraya kadar olan yeşilin hikâyesiydi. Peki ya “mor!”… İsterseniz biraz da mor’dan bahsedelim ve hayat hikâyesinin karakterleri olan diğer renklerden:
Bildiğimiz gibi gök mavidir. Mor ise göğün mavisinin bir nevîdir. Maviyi herkes bilip dururken, “mor”u herkesin bilmesi icap etmez. Onu ancak âşıklar görebilir.
Orası aşk makamıdır. Orası hayatın üstündeki hayatlara dair bitip tükenmeyen umut makamıdır.
Ona sadece umutlu gözler bakabilir. Oraya sadece umutlu gözlerden nur damlacıkları olup fışkıran dualar ulaşabilir.
Yüreklerin sevdalı ateşleri yansır maviye; bazen âşıkların dinmeyen yaralarından süzülen kanlı gözyaşıdır…
Bazen de yaktıkça yakan sevdanın ateşi yanardağlar gibi korlarını püskürtür. Mavi, mavi değildir artık. Ateş ve kan ona kırmızıyı götürmüş, o artık mor olmuştur. Ve aşkı bilemeyenler gökyüzünü hep mavi görmeye devam etmişlerdir…
Mor gizemlidir. Sanki uçsuz bucaksız ummanlar gibi derin ve her aşığın yüreğindeki “ah” kadar manâlı…
Her manâ ayrı bir sevda ve her sevda ayrı bir aşkın hikâyesidir. Yeşilin aşkı ise bunlardan sadece bir tanesi fakat en güzeli, belki de en kıymetlisidir…
Cümle âlem mora sevdalıdır. Demiştik ya orası aşk makamıdır. Yani sevilendir. Yani maşuktur. Yani “Yâr”dır. Yaralayandır. O Yâr ki, ulaşılamayandır…
Aslında her renk biraz ‘mor’la bağlantılıdır. Bazıları kıskançtır. Kırmızı ve mavi gibi. Onlar hep mor olmak isterler. Fakat mor olabilmeleri için kırmızının maviye, mavinin de kırmızıya ihtiyacı vardır. Hiçbir zaman tek başlarına mor olamayacaklardır. Çünkü onlar da bir bütünün bütün olma sevdasındaki parçalarıdır. Ya da varlığı oluşturan yokluk taneleridir. Ne zaman ki birbirlerine karışıp yok olmayı kabullenebilirseler, o zaman Mor olarak VAR olabileceklerdir…
Tıpkı ruh ve kalp gibi. Mavi ruhtur, yani özdür. Kırmızı ise yürektir, yani sevgi mekânıdır. Sevendir.
İnsan olup bir vücuda girdiklerinde, ikisi de o bedene kendisinin hükmettiğini düşünür. Birisi “düşünce” der, “ahlak” der, diğeri “duyguları olmazsa insan yaşayamaz” der.
Birden bunları duyan beden gözlerini açarak lafa girer:
– Ben olmazsam siz nasıl var olacaktınız?
der ve hayatının hatasını yapar. Çünkü beden sarıdır. Bu bencilliğinden dolayı da renklerin en akılsızıdır. O hastalık makamıdır. Onun mor olabilmesi için çoook çalışması lazımdır…
Önce, bencilliğini yenebilirse hastalığından kurtulup, kanlanıp canlanıp turuncu olması gerekir.
Daha sonra sevgiyle yoğrulup biraz çile çekip pişmesi, hatta yanıp kırmızı olması gerekir. Yanmakla bir yere varılamayacağını anladığında ise ruhu razı edip, mavi olan ruhla karışarak yok olmaya ihtiyacı vardır mor olabilmesi için. Yani işi çok zordur…
Ama yeşil öyle mi ya!
O da ‘mor’a sevdalıdır. Lakin o hiçbir zaman mor olmak istemez. Diğerleri bencillik ve kıskançlıklarından mor olmayı, yani sevilen olmayı istediler. Fakat yeşil, sevme makamıdır. Onun derdi sevilmek değil, sevmektir. Belki de bu yüzden mor tarafından en çok sevilendir…
Bir de toprak vardır kahverengi de dediğimiz. Toprak anadır, üzerine basılmasına aldırmadan şefkat ve merhametiyle diğer renkleri bağrına basandır, teslimiyetin sembolüdür, yeryüzünün Meryem’idir toprak.
Beyaz mükemmeliyetçidir. Çoğu zaman temizliği ve saflığı temsil ettiği söylenegeldiyse de, bir yansıtıcıdır beyaz. Küçük toz tanesini dahi gizleyemez, onun vazifesi diğer renkleri sevabıyla günahıyla gün yüzüne çıkarmaktır, ortaya dökmektir saklı gizli olanları. Bu özelliğiyle siyahla zıtlaşırlar hep.
Siyah örtendir, başka renklere tahammülü yoktur onun, bencildir, kibirlidir, her tarafı kendi rengine bürümek ister. Her yanı karanlıklar kapladığında kâinata kendinin hükmettiğini düşünür, ta ki seher vakti mor ile karşılaşana dek. O an anlar ki her şeyden önce “mor” vardı. Kendisi günün bir parçası iken, günün başı da sonu da morun hükümranlığındaydı…
Renkler, sona yaklaşan hayatlarında böyle deveran ederlerken, her birinin yeşilden alacağı çok dersler vardır. Yeşil diğer renklere örnek olmak için vardır zaten. Sevgisiyle, tevazuuyla, yokluğuyla ve üzerine yakışan bütün davranışları ve hassasiyetleriyle diğer renklere bir örnektir, mora giden yollarda bir rehber, bir önderdir, bir “nur” dur yeşil…
Bir “kul”dur yeşil…