“Mesut sanmak için kendimi ne kağıt isterim ne kalem.” (Orhan Veli Kanık~ Dalga Şiiri)
Bugün takvimlerden 21 Eylül Perşembe saat henüz sabahın ortası sayılır. Ortası dediysem öğlene yakın bir vakit saat 10’a doğru. Kulağımda Müşfik Kenter’in Orhan Veli şiirlerini muazzam bir biçimde seslendirdiği dizeleri. Ve elimde yakmış olduğum bir sigara izmariti. İşe yetişme telaşı bir yandan bir yandan ise günlerdir beni esir alan ölüm korkusu ama her iç çekişimde dumanın havada dans edişi beni hayata daha sıkı tutunduruyor. Burada sizlere sigaranın izzetini ve ölüm korkusunu sayfalarca anlatacak değilim. Size bu ay yeni şeylerden yeni umutlardan yeni hikayelerden birer birer bahsedeceğim.
“Köyü sonbahar esintileri taşıyan sert rüzgarlar sarmıştı. Bu köy bulantının, muğlaklığın ve bilinmezliklerin sembolü haline gelen “Sis” köyü diye anılırdı. Gökyüzündeki tüm belirsizlikler yeryüzünde tek bir noktada birleşir gibi toplanır yeri gelir analar çocuklarını emziremez hale gelecek kadar körleşirdi. Köydeki bu manzarayı tanınmış birçok ermiş düzeltmeye kalkışsa da bir çözüm bulamıyor gün geçtikçe durum daha da vahim bir hal alıyordu. Yakınlarda bulunan Masumiyet Nehrinde yıkanmaya kalkışıp şifa ve bağışlanma dileyen tonlarca mürşit de ayak basıp tanrıdan bağışlanma dilediyse de bir çözüm yine bulunamadı. Köyde zaman yavaş yavaş kışa doğru evirilmeye başlayınca bu defa daha farklı şeyler olmaya başladı. Sisler bir anda gökyüzünü terk edip güneşleri doğurmuştu. Başta halk bu duruma oldukça sevinmiş günler süren şölenler yapılmış sazlar kırılana değin çalınmış rakkaseler büyük bir meşkle oynamışlardı. Ancak bu defada tepede dinmek bilmeyen güneş yüzünden hayvanlar telef olmuş, tarlalardaki mahsul viran olmuş, köyün yiğitlerinde derman aranır olmuş. Herkes gökyüzüne bakarak rablerinden bağışlanma dileyedursun biz gökyüzüne bakalım.
Gökyüzünde ise işler tam tersine ilerliyor muhteşem bir şekilde işleyen düzen karışır olmuştu. Ay bembeyaz rengini öfkeden kırmızıya, güneş ise kızıllığını sakinliğinden beyaza çevirmişti. Bulutlar ise sanki her dakika yağmur yağacakmış gibi simsiyah kesildi. Mağaralar güneşin sakinliğinden taşlarını eriterek kocaman bir denize dönüşmüş. Bu hikâyede masumiyetini kaybetmeyen tek varlık ise çocuklarmış hiç şüphesiz. Masumiyet Nehrinde yıkanıp bağışlanma dileyen büyüklerini seyrettikçe hep bir ağızdan kocaman kahkahaları eksik olmazmış. Her defasında kaçıp sığındıkları mağaradan denize dönüşen Dağdeviren Sahilinde oyunlar oynanıp gazozlar yudumlanıyormuş. Bir gün artık büyükler çocukların gürültüsünden şikayetçi olup bu küçük yere gidip uyarmaya gidince karşılarındaki manzaraya hayran hayran bakakalmışlardı. Güzellikleri hak eden zümrenin bir tek kendileri olduğunu düşünerek başlarda izleme bahanesi ve biraz hava alma yalanıyla gidip gelmeye başladılar. Ancak evlerine döndüklerinde ıstırap verici güneşin alazı ileri yaştaki birçok kişinin ölümüne neden oluyordu. Özellikle sahile gidip köye dönen çoğu kişide ani bir grip bile ölümcül hastalıklara sebebiyet veriyordu. Köyde her şeyi bildiğini sanan Gulyamut adında sakalı ve saçı kirden birbirine karışmış ermiş oraya bir daha gitmemeleri gerektiğini salık verince işler değişti. Tam fikrini köylüye kabul ettirecekken ezeli rakibi Armenus kötücül düşüncelerini ortaya atınca işin rengi değişti. Armenus ona inanmaları için öyle büyük bir vaat verdi ki kimsenin inanası gelmedi çünkü bu oldukça imkansız bir mucizeydi eğer inanmazlarsa bu kehanet gece vakti gerçekleşecekti. Onun ortaya attığı fikir ise sahildeki çocukları bir bir köye zorla getirip oradaki taş parçalarını köye taşımak ve böylece topraklarını alazın lanetinden kurtarmaktı. İki ihtiyar birbiriyle tartışıp kavga edince gücünü gösteren Armenus sıcaktan bunalan köylünün üzerine serinlik okunu dileyerek gökteki güneşi söndürüverdi. Köylü bu ihtiyarın daha önceden bahsettiği fikrin su götürmez gerçek olduğuna kanaat getirerek geceleyin hayranlıklarını sunarak Armenus’a bağlılık andını içtiler. Sabah vaktini beklemeye lüzum görmeyen köylüler Armenus önderliğinde Dağdeviren Sahiline emin adımlarla yürüdüler. Ölüme meydan okuduğunu zanneden köylüler elinde küreklerle sahilin kıyısına yetiştiler. Armenus birtakım anlamsız sözlerle halkı galeyana getirerek dediklerini tekrarlamalarını istedi. Köylüler hep bir ağızdan bağırmaya başladı. Öte tarafta kalan Gulyamut ise onları güzelce uyarıp durdurmak istese de artık faydasızdı. Sanki zafer sarhoşluğunu doyasıya içmiş ve kendinden geçmiş maraton koşucuları gibi davranan köylüler sahildeki taşları bir taraftan oyun oynayan çocuklara bir taraftan karşı tarafta yer alan Gulyamuta atmaya başladılar. Gulyamut onları bekleyen facianın büyüklüğünü tahmin ederek oradan uzaklaştı. Çocuklar ise Gulyamut önderliğinde kaçmaya başladılar. Köylüler yaklaşan büyük felaketi umursamadan serin denizin keyfine çıkaradursun gökte kocaman bir ateş topu sahili yok etmek üzere iyice yaklaşmıştı. Armenus büyük felaketin farkına varsa da onları uyarmak şöyle dursun o hallerine katıla katıla gülmüştü. Ateş topu denize kocaman bir gürültüyle düşerek varında yoğunda ne varsa hepsini taşa çevirdi. Köylülerin kül kaplı bedenleri kocaman birer taşa dönüştü. Armenus ise çocuk bedenine kavuşarak hepsiyle alay ederek sırıttı. Armenus büyüklerin sayesinde öldürülen canlı ruhuna işte şimdi erişti. Zamanında herkes tarafından dışlanan ve bir türlü büyümemekle suçlanan o çocuk işte zaferini sonunda elde etmişti. Her çocuk olmak isteyişinde taş atılan o çocuk şimdi bu kocaman köyün sahibi olmuştu. Oyun arkadaşı Gulyamutu yanına çağırarak sahilde çocuk arkadaşlarıyla doyasıya gazozlarını içip düzelen taşlı sahilde sonsuz dilekler dileyip denizin masmavi suyuna büyük taşları sonsuzluk enginine fırlattılar.’’
Kıymetli okuyucular, yazımın başında sizlere umut dolu hikayeler anlatacağımdan bahsetmiştim. Kiminize göre kurgulayıp yazdığım bu hikâye oldukça ütopik belki de karamsarlıkla örülü bir umut hikayesi. Ancak bana göre ekim ayının tam anlamı hem umut hem umutsuzlukla kaplı bir okyanus. Bir yanda ağaçlar sararıp dik durmakta bile güçlük çekerken bir tarafta ise turunçgiller ve sonbahar meyveleri…
Eylül ayının bana bahşettiği bereketlerden ilki sonunu şimdi bitirmekle meşgul olduğum bu hikâye oldu. İkincisi ise 40. Uluslararası Tüyap Kitap Fuarı’na katılmam oldu. İstanbul gibi rüya bir şehre tekrardan adım atmanın her karışında farklı duyguları bir arada tetikleyişini hissetmek mutluluk verici. İstanbul’da olan kitapsever herkes onur konuğum olarak 28 Ekim Cumartesi saat 15.00-17.00 arasında İkinci Adam Yayınları standında Salon 10’da beni ziyaret edip sohbet dahi edebilirler.
Ekim ayına dönecek olursak sondaki bereket aslında ekim ayına nasip olabilirdi fakat eylül ayında duyduğumdan eylüle nasip oldu diyelim. Ekim ayının en önemli özelliği ise hiç şüphesiz ülkemizin kuruluş felsefesi olan Cumhuriyetimizin 100. Yılını ekim ayının 29’unda kutlayacak olmamızdır. Başta ülkemizin bağımsızlığının önderi olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm gazi ve şehitlerimizi rahmetle anıyorum. İşte ekim ayının en önemli ay olmasının en temel nedeni bu olmalı. Son olarak ise sonbahara ve yaklaşmakta olan kışa yazmış olduğum şu dizelerle eşlik ederek yazımı bitiriyorum. Kendinize ve ekim ayının güzelliklerine sımsıkı sarılın.
“Kocaman bir sarılar yığını,
Dökülüp giden hayatın varlığı,
Sapsarı yapraklar ağını düşürür ağaca,
Dimdik durur insan hayata karşı yaşlanınca.
Sensiz doğan güneş bakar bana yoksulca,
Sahifeler sahafta durduğu gibi durmaz.
Senin elline düşüp benimle buluşunca,
Gökyüzünün gözyaşları düşer yağmura kavuşunca.’’