Omuzları düşük bir şehrin kamburu çıkmış sokaklarında dolaşırken, gecenin kapkara gözlerinde bin asırlık cevapsız suâllerin bedmest adımlarına şiirler yazdım. Ekim ölü yaprakların soluk dudaklarına usulca bir buse kondururken, kuşlar kanatlarına hayata tutunmayı öğretiyordu. Yürüyorum kentin ıslak kaldırımlarında, günün yorgun nefesinde ritimsiz bir ıslık, sonbaharın kollarında dans eden rüzgarın sarı saçlarını övüyordu. Ağaçlar koca gövdelerine gizledikleri asırlık hikayelerini anlata anlata bitiremiyorlardı suskun caddelere. Uzak diyarların dudak değmemiş hasret türkülerinden ezberimde kalan bir nakaratı dolandı dilime, korkunç saatlerin kurt bakışlarını soluğumda hissetmemek için sesimin tizliğine aldırış etmeden bildiğim tüm şarkıları bi solukta söylüyorum şimdi. Zavallı notalar nasıl da can çekişiyor nefesimde, azâd et bizi dediklerini duyar gibiyim, gülümsüyorum kendi kendime. Derin bir nefes aldım, hiç durur mu kör karanlığın zehir zemberek soğuğu fırsattan istifâde edip hoop ciğerimin baş köşesine doluştu arsızca.
Gözlerim çırılçıplak şehrin solgun tenine takıldı, göz göze geldik o an ve bakıştık bir süre. Canından bezdirmiş iklimin sevimsiz gel gitleri.
– “Nooldu güz yorulmuşsun, durgunsun, suskunsun gel otur karşıma şöyle bir soluklan, kahveni nasıl alırsın” dedim.
Konuştuk epeyce akrebi uyuyakalmış saatlerin boyumuzu aşan derin sularında. Taa ki fecrin besmele kokan elleri yüzümüzde dolaşana kadar.