Kimisine hayat ne zaman başlar, ne zaman biter, ne zaman yaşanır ve ne zaman ölür belli bile değil.
Yaşamı elimize verilen her insan için, istediğimiz gibi karar verebilir miyiz?
İstediğimiz kadar sevip, istediğimiz kadar hayatlarına müdahil olabilir miyiz?
Bir hukuku yok mu anne ve babalığın, eş olmanın, abi ve kardeş olmanın?
Hesap etmediğimiz her kararın mahkumu, sadece kaderi yaşayan mıdır?
Bir mizan kurulmayacak mı yaşattığımız zorluklara, çekilen sıkıntılara, gözü kör kaldığımız hayatlara?
Kocaman bir kadının, küçük bir hayatta, imkansız haksızlıklara boyun eğdiği bir ömrün, mecburiyeti kaldığı kısa bir hayat hikayesi…
Sormadan kendisine hiç evlendirildi, çocuk sahibi edildi, sorumluluk verildi, boyundan ve gücünden fazla iş yüklendi ve tüm duygularına ihanet edildi,
Küçük bir evin kül kedisi;
“Ne kadar yabancı olabilir ki iki insan birbirine. Birlikte başladığı bu yolda iki yabancı olmak yetmezmiş gibi nasıl bu kadar düşman olabilir. Sahi nasıl bu kadar yabancı olabildin bana. Oysa ki ilk başlarda nasıl da sığınmıştım gölgene, nasıl da doyumsuzdu bana verdiğin güven. Dünya yıkılsa ben sağ kalırım derken, nasıl bu kadar zindan edebildin bana dünyayı. Halbuki ne çok ortak yanımız vardı, sen de kimsesiz ben de kimsesizdim. Yılların eskitemez dediği sevgiyi sen nasıl da eskittin, nasıl da hoyratça ziyan ettin. Kırmamak adına ne çok kırıldım sen hiç görmedin. Her söylediğinle neleri kırıp parçalarken bir kez olsun dinlemedin. Sitem sanma sakın bunları, sana hiç sitem etmedim bilirsin. Sadece sessiz çığlıklarım artık ses bulsun istiyorum. Ben seni yıllarca boş bir ümitle beklerken artık beni gör istedim. Zaman geçti ben de büyüdüm. Sana dair birçok şeyi yitirirken, sana dair parçalar büyüttüm. Belki de artık sadece ikimizin ortak olan tek yanı o parçalar…
Büyüdüm dedim az önce evet. Çünkü sana gelirken çocuktum. Duygularım sade ve masumdu, yüreğim temizdi, tek karanlığım bölgem, korkum gece karanlığı ve gök gürültüsüydü.
İhanet nedir bilmezdim, taa ki bana ihanet edildiğini görünce, hem de defalarca…
Kırıp dökmek nedir bilmezdim, taa ki kırılıncaya kadar ve bu kırılmalar keşke sadece bedenimde olsaydı, ya yüreğim
Başımda bir taç istedim, gönlüme yar, ömrüme eş olacak baht istedim,
Bilmezdim asıl ölmenin duygular olduğunu, meğer insan manasız olunca, umutsuz olunca, kalp durur ve buna ölüm derlermiş.
Belki de seveni pişmanlık duyduğu için ilk insan gömülmüş, topraktan geldi nasıl olsa, toprak yeniden bana geri verir umuduyla,
Ne çok sevmiştim seni, ne çok teslim olmuştum, ne çok bilmiştim seni.
Belki cürmüm kadar bedenle ama, dünya kadar duygularla…
Ve ne çok hiç etmiştin beni sen…
Oysa ki ben her gün saçındaki akların çoğalmasından tut, çayı hiç sevmediğini. Geceleri sadece sağına dönünce uyuyabildiğini. Ellerinin çok üşüdüğünü ve soğuğu hiç sevmediğini. Sesli konuşup aslında kırmak istemediğini…
En çok çocukları sevdiğini. Yürümeyi hiç sevmediğini. Avuç için çizgilerini bile bilirken, nasıl olur da bu kadar yabancı oldun bana. Nasıl olur da bir evde iki yabancı olup köşe kapmaca oynadık. Nasıl oldu da yoldan geçen bir yabancıdan daha yabancı oldun bana?
Nasıl oldun da, hiç olmadın hayatımda…”
Bir evde iki yabancı,
Biri Hancı diğeri yolcu.
Birinin yolu düştükçe geldi,
Diğeri oraya mahkum edildi.
Biri tepeden tırnağa yaralıyken,
Diğeri onun celladıydı.
Biri yaralarını sarmaya çalışırken,
Diğeri onun yaralayanıydı.
Oysaki Dünya büyüktü ve
İkisine de yeterdi.
Seven sevdiğini söyledikçe,
Sevilen incitti.
Ömür bitmez seven gitmez dedi.
Seven kör sevilen de nankördü.
Bir evde iki yabancı,
Bir ölü diğeri sağdı.
Ömür de bitti sevda da bitti sevilen de gitti,
Bir acın bitmedi, bir acım dinmedi…
Saygılarımla…