İnsan bir kere ölmüyor. Beraber öldükleri oluyor insanın, içinde defalarca yaşatamadıklarıyla ölen ve yaşayamadıklarıyla gömülen…
Neydi peki insanın yaşatamadıkları ve yaşayamadıkları? Doğuştandı, masumiyetimiz oysaki. Masumiyeti yaşatamadık, ondandır ya mutluluğu da yaşayamadık.
Peki mutlu olmak için masum kalmak yeterli değil miydi?
Kaybedilen bir masumiyet meselesi, bedenini öldürmez ama ruhunu da yaşatmaz eskisi gibi. Masumiyeti kaybetmekle ruhun kirlenişi başlar.
Kirlenmek… Kirlenmek denilir bu ruhani duygunun kaybına. Ruhun bir rengi yoktur, duygulara boyanır. Masumiyet bir renkti, ruh ise beyaz bir sayfa. Beyaz sayfanı hangi renge boyadığın senin elinde. Beyaz sayfanı masumiyetin rengiyle boyamazsan, diğer renkler renk vermez, kirlendirir beyazlığını. Kirlendikçe de soldurur, beyazlığını soldurdukça da öldürür.
Çoğu kez soldu ruh, gönül ise kırıldı her kemiğinden. Hüzün, gönül kemiğine bile ağır geliyor. Taşıdıkça hüzün yükünü, en ince kemikten kırmaya başlıyor. Kırılan kemiklerin acısı bu kadar mıhlanmışken cılız bedene, affetmek iyi gelmiyor. Kötülüğün hırslı notalarını içinde barındıran intikam, yaşanması gereken güzel günleri geri getirmiyor.
Affetmeyi Allah’a, intikamı şeytana ve yaşamayı da insana bırakmalıydık…