Biricik afacan bir tebessümle:
“Babacığım bana çikolata dolu bir havuz yapar mısın?” diye sordu.
Baba tebessüm etti.
“Kızım ister de yapmaz mıyım?”
“Şaka yaptım. İlgi hayat verir, canlı tutar. İhtiyaçlarıma duyarlısın. Teşekkürler babacığım.”
“Aç gözlü bir evlat olamadığını biliyorum. Bana yaşam enerjisi verdiğin için sana ben teşekkür ederim meleğim.”
Anne mutfaktan:
“Akşam yemeğimiz hazır, hadi yardım edin de sofrayı kuralım canlarım!” diye seslendi.
“Tamam Aşktane’m hemen geliyoruz yardıma.” dedi baba.
Aşktane masayı sildi. Beyaz papatyalı örtüyü masaya serdi. Servis tabaklarını masaya dizdi. Yanına çatalları, kaşıkları, peçeteleri ve ortaya, kırmızı gül dolu vazoyu koydu.
Baba da mangalda pişirilmiş olan kıyma köfteyi ve marul salatasını getirip masaya koydu. Biricik de Babağanuç tabaklarını getirip sofraya koydu.
Baba eşine espriyle:
“Kızın çikolata dolu bir havuz istedi benden.” dedi.
Aşktane gülümsedi.
“Benim kızım çikolata değil ilgi sever. Biriciğim 20 yaşında, ama benim gözüm de hep o küçük kız çocuğu olarak kalacak.”
Biricik badem kabuğu rengi saçlarını arkaya attı.
“Kızınız sizi çoook seviyor!”
Anne ile baba bir ağızdan:
“Biz de Biricik’imizi çook seviyoruz.” dediler.
Baba: “Ballıöz’de çok güzel otantik bir restoran keşfettim. Yarın sizi yemeğe oraya götüreceğim.” dedi.
Aşktane ile Biricik:
“Bu teklife hayır denir mi?” dediler.
Biricik televizyonun karşısında uyuyan babasının yanına gidip, ayağını gıdıkladı.
“Vakit geç oldu, hadi yatağına kalk babacığım. ‘6 şubat pazartesi günü yorucu ve yoğun bir gün olacak.’ demiştin. Yarın erken uyanmak zorundasın.”
Baba hemen koltuktan kalktı.
“Allah sana rahatlık versin meleğim.”
“Sana da Allah rahatlık versin babacığım.”
Güneş doğmadan insanı dehşete düşüren bir sarsıntıyla uyandı Aşktane. Saat 04: 17’yi gösteriyordu. Gözlerini açtı. Kocasının omzunu sarsarak:
“Uyan can, uyan deprem oluyor! Hemen Biricik’i uyandırıp bahçeye çıkmalıyız” diye bağırdı. Can derin uykudaydı. Gözlerini açtı. Ve ikisi de yatak odalarının kapısını açtılar. Karşılarında Biricik’i gördüler. O da onları uyandırmaya gelmişti. Üçü de can havliyle merdivenlerden aşağıya indiler. Bu arada elektrikler de kesildi. Her yer zifiri karanlık oldu. Dolaplar, yataklar gemi gibi sallanıyordu. Duvarlar yarılıp yarılıp kapanıyordu. Tuğlalar yerlere düşüyordu.
Aşktane dış kapıyı açtı. Üçü kendilerini zar zor bahçeye attılar. Tam o sırada büyük portmanto dış kapının önüne devrildi.
Aşktane çardağa doğru koştu. Can arkasından:
“Kuyu çökebilir kaç ordan aşkıım!” diye bağırdı. Ve sarsıntının şiddetinden baba kız yere düştüler. Can yüksek sesle tekbir getiriyordu.
Aşktane kendini devasa limoni çamın altına attı. Toprağın üzerine sırt üstü düştü. Yüksek sesle: “Ya Allah, ya Allah!” diye bağırıyordu. Toprak onu sağa ve sola, aşağı yukarı hoplatıyordu. Kapkaranlık gökyüzünde masmavi bir ışık belirdi. Her yer maviye boyandı. Yeryüzü aydınlandı. Gökyüzü yanan bir alev topuna döndü. Mavi renkli bulutlar, ışık huzmeleri göründü. Ev yerinden oynuyor, kiremitler damdan düşüyordu. Tam bu esnada çardak da çöktü. Görünmeyen bir canavar evi salıyor, yerinden sökmeye çalışıyordu sanki.
Aşktane, Can ve Biricik yerden kalkmak istedikçe yere düşüyorlardı. Toprak onları bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Toprağın üzerinde yürümek, fırtınalı denizde bir geminin içinde uçtan uca yürümek gibiydi. Apartmanlar ise yerlerinden kalkıp kalkıp iniyordu. Deprem canavarı bir kaç binayı yerden koparıp, tuzla buz etti. Toz bulutları yükseldi. Sanki kıyamet kopuyordu.
İnanalar ve inanmayanlar: “Ya Allah, ya Allah bizi koru!” diye acı acı çığlıklar atıyorlardı. Ev, para, altın kimsenin umurunda değildi. Herkes canını kurtarmaya çalışıyordu. Etraf cehennem gibiydi. Kimileri donları, pijamaları, gecelikleri, çoraplarıyla dışarıya çıkmıştı. Kiminin dili tutulmuş, konuşamaz durumdaydı. Kiminin de akli dengesi bozulmuştu. Kimileri de güvenli alanlara sığınıyordu. Hava da buz gibiydi. İnsanlar tir tir titriyordu.
Enkazlardan: “Ne olur yardım edin!” diye çığlık sesleri yükseliyordu.
Şimşekler çakıyor yağmur, bardaktan boşalırcasına yağıyordu. İnsanlar sırılsıklam olmuştu. Arabalarını enkaz altından kurtarabilenler, çamurlu ayaklarıyla arabalarına biniyorlardı. Arabalarını kurtaramayanlar da donmamak için kendilerine sığınacak yerler arıyordu. İnternet bağlantıları da kesildi. İnsanlar yardım da çağıramıyorlardı. Ortalık mahşer yeri gibiydi.
Bir süre sonra nohut büyüklünde dolu da yağmaya başladı. Can, Aşktane ve Biricik arabalarına bindiler. Aşktane’in sırtı köpek ve çamur pisliği içindeydi. Can arabayı çalıştırdı. Villasından biraz uzağa açık bir alana park etti. Ve üçü arabanın içinden korku ve dehşetle, evlerinin beşik gibi sallanışını izlemeye başladılar. Dünyanın sonu gelmiş gibiydi.
Aşktane ölü balık gibi bakarak:
“Zengin yattık, fakir uyandık. Yataklarımızdan donla kaçtık!”
Biricik dehşetle baktı evine.
“Yer yarılacak içine gireceğiz herhalde. Huzur bulduğumuz, mutlu olduğumuz evimizden kaçtık. Deprem canavarı bizi kapının önüne koydu. Bir daha o sıcacık yatağımızda yatamayacağız. Hayatımız iki dakikada değişti.”
Can’ın yüzü kaskatı kesildi.
“Bir ömür boyu, canla başla inşa ettiğim evim yerle yeksan oldu. Bu evi yapmak için bıyıklarımı süpürge etmiştim. 40 yıllık emeğim 2 dakikada yok oldu. Çok zor bir sınav bu Allah’ım, bize sabır, güç ver!
Bu yıkımı savaş bile yapmaz. Deprem yeryüzündeki en ölümcül doğa olayıymış.”
Aşktane derin bir iç çekerek: “Meğer ölüm kaş ile göz arasındaymış. Kırk yıl düşünsem evimizin yıkılacağı, böyle şiddetli bir deprem yaşayacağımız asla aklıma gelmezdi.” dedi. Ve araba tekrar dev dalgalara tutulmuş gemi gibi sallanmaya başladı.
Biricik korkuyla: “Allah’ım aklımı kaçıracağım! Ne olur Allah’ım bitsin artık bu sarsıntılar.” diye bağırdı. Aşktane de ona sarıldı.
Güneş aydınlattı Antakya’yı. Deprem canavarı yerle bir etmişti binaları. Taş üstüne taş kalmamıştı. Gökyüzünü yırtıyordu insanların çığlığı. Enkaz altında kalanlar bağıra bağıra ölüyorlardı. Yaşayanların gözlerindeki ışık sönmüştü. Sevdiklerini, komşularını enkaz altından çıkarabilmek için, enkazı tırnaklarıyla kazıyorlardı. İnsanlar beton bloklar altında diri diri gömülmüştü.
Genç bir adam: “Apartman çöktü. Evladım, eşim zemin kattalar onları nasıl çıkaracağım oradan?” diye feryat ediyordu.
Saçı başı dağınık, eli yüzü tozlu olan bir kadın: “Ne olur ses ver oğlum!” diye bağırıp ağlıyordu. Kimileri put gibi öylece bakıyordu onlara.
Zeytin gözlü bir kadın tozlu elleriyle, ağlamaktan kıpkırmızı olan gözlerini silip:
“Ruhum enkaz altında kaldı!” diye ağlıyordu.
Aşktane ile can ambulans ve polisi aradı. Ancak iletişim kopmuştu. Acı dolu gözlerle baktılar içi kan ağlayan bu insanlara. Ne polis ne asker ne de ambulans vardı onları kurtaracak. Hiçbir şey yapmadan öylece çaresizce baka kaldılar.
Biricik annesine ve babasına dönerek: “Kolonlar altında diri insanlar var ve kurtarılmayı bekliyorlar.” dedi.
Can: “Yardım çığlıkları kalbimizi kavuruyor ama yardım edemiyoruz. Gerekli makine, teçhizat yok. Devlet hastaneleri, Özel hastaneler yıkılmış! Çok aciziz çok.” dedi.
Aşktane, titreyen sesiyle:
“Ömrümde bu kadar çaresiz ve Zavallı hissettiğimi hatırlamıyorum. Hüngür hüngür ağlamak istiyorum. Ama ağlayamıyorum.” dedi. Ve başını öne eğdi.
Biricik acı dolu gözlerle: “Keşke Alaaddin’in sihirli lambasından kulağı küpeli, koca dudaklı bir dev çıksa. ‘Dileyin benden ne dilerseniz?’ diye sorsa. Ne dilerdim biliyor musunuz?” diye sordu.
“Ne dilerdin kalbim?” diye sordu Aşktane.
“Beni kepçe yap enkaz altında olan diri canları kurtarmak istiyorum.” diye yanıt verirdim.
Aşktane eğdi başını önüne.
“Ah kızım Keşke o dev gerçek olsaydı.”
Biraz ileride yüzünde sevinç ve acı okunan 7 yaşlarında bir kız çocuğu duruyordu. Omzunda kocaman pembe çiçekli bir çanta taşıyordu. Fermuarın açık olan yerinden bir kedi kafasını dışarıya çıkarmış etrafı merakla izliyordu. Kız çocuğu da kurtardığı Sarman Kedisi’ni taşımakta zorlanıyordu.
Biricik omzunda kedisini taşıyan 7 yaşındaki kız çocuğuna bakarak:
“Bu küçük kız bile kedisinin hayatını kurtarmış. Ona sahip çıkmış. Ancak hükümetimiz bizi unuttu, ölüme terk etti. Halk yıllardır vergisini ödüyor. Vergiler halka geri döndü mü? Ne yapacağız? Ne olacak bu insanların hali?” dedi.
Acı hançeri Aşktane’nin kalbini deldi.
“Ah kızım ah canlarımız da insanlığımız da enkaz altında kaldı. Yazıklar olsun insanlığımıza! Allah bizi sınadı; biz sınavı kaybettik. Biz de onlara yardım edemiyoruz. Çok çaresiziz!”
Eczaneler talan ediliyor, marketler patlatılıyordu. İnsanlar canları pahasına yiyecek, su bebek bezleri almaya çalışıyorlardı. İnsanlar can, hırsızlar da para, altın çalma derdindeydi. Esmer genç bir hırsız ellerinde televizyonla kaçmaya çalışıyordu.
Ve güneş battı. Yıldızlar parladı. İnsanlar arabalarına sığındı.
Hava zemheri soğuktu. Artçı sarsıntılar da başladı.
Biricik babasına bakarak:
“Açlıktan öleceğim baba çok da susadım. Arabada yiyebileceğim bir şey yok mu?” diye sordu.
“Arabada yiyecek bir şey yok kızım.”
“Daha önce badem fıstık bırakıyordun arabada.”
“Leblebi, badem vardı. Arkadaşlarım yedi.”
Aşktane gözlerini yumdu.
“Sağlık olsun sabretmeliyiz. Allah bizi unutmaz. Hükümet, keşke kendini bizim yerimize koysa. Bu deprem bana ne öğretti biliyor musunuz?”
Biricik ile babası bir ağızdan: “Ne öğretti?” diye sordular.
“Meğer depremden önceki hayatımız çok güzelmiş. Değer bilmemiş, hep şikayet etmiş, şükretmemişiz. Her şeyin bol olduğu evde huzursuz ve gerginmişiz. Şimdi ise arabada iki büklüm, aç, sefil, bir ekmeğe muhtacız. Şu an bir parça sıcak ekmek bizi nasıl da mutlu ederdi. Yok o bana yanlış yaptı, yok benim hakkımda konuştu. Yok o böyle söyledi. Yok bu elbisenin, ayakkabının, koltuğun modası geçti. Telefonum eskidi diye dert yanmışız. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler için birbirimizi kırmışız. Meğer hayat sızlanmak, şikayet etmek için çok kısaymış. Çok tüketen, değer bilmeyen, doymayan bir toplummuşuz. Bizi hiçbir şey tatmin etmiyor. Sürekli tüketiyoruz. İsteklerimiz de hiç bitmiyor. Hevesimiz geçince yeni aldıklarımızı bir kere kenara atıp, yeni şeyler almak istiyoruz. İsteklerimiz de tamamı karşılandıkça daha fazlasını istiyoruz. Şimdi anladım ki, ancak bir avuç toprak doyurabilirmiş insan denilen yaratığı.”
Can, acı dolu bir sesle:
“Haklısın aşkım, evimiz sıcacıktı, çok güzeldi. Bolluk bereket içinde yaşıyorduk. Buna rağmen şikayet edip sızlanıyorduk. Bak şimdi arabalara sığıyoruz. Dünya telaşlarımızın arasında ihmal ettiklerimiz, keşkelerimiz, pişmanlıklarımız var. Bu dünyadaki var olma amacımızı hiç sorgulamamışız. Dünya malına tamah etmiş, konfor ve lükse alışmışız” dedi.
Biricik başını kaldırdı. “Çok doğru söylüyorsunuz bize verilen nimetlerin değerini bilmemişiz.”
Aşktane iş çekti. “Neredeeen, nereye. Çok vaktimiz var zannedip planlar yapmıştık. Yaşam anlık bitebilecek bir şeymiş. Daha önce bizden uzak görüyorduk ölümü.”
Can evine baktı. “Hayat olacakları bize danışmıyor. Para kazanma derdine düşünce; nefis muhasebesi, hayat muhasebesi yapmayı unuttuk.”
Aşktane;
“Şimdi de yaşama savaşı veriyoruz hepimiz. Yer yarılacak altına gireceğiz, diye ödümüz kopuyor. Hayatta kalabilecek miyiz? Bilmiyoruz.” dedi.
Biricik sesi titreyerek:
“Bakın evlerin çoğu yıkıldı. İnsanlar enkaz altından çığlık atıyor. Yüreğimiz cam kırıklarıyla dolu. İçimiz kanıyor. Allah’ım sen aklımızı Koru! Nerede hükümet? Bizi neden kurtarmaya gelmiyorlar?” dedi.
Aşktane’nin gözleri doldu.
“Biz arabanın içinde araba klimasını çalıştırmamıza rağmen soğuktan donduk. Enkaz altında kalan canlarımız kim bilir ne haldeler? Bizim de ölüden farkımız kalmadı. Ölenler bir kez öldü. Bizi kendi Kaderimize terk ettiler. Ölümle savaşıyoruz. Ölmedik ama ölmekten beteriz.”
Güneş bütün ihtişamıyla doğdu yeryüzüne.
Aşktane, Can ve Biricik iki büklüm buz gibi havayı iliklerine kadar hissederek uyandılar. Yürekleri alev alev yanıyordu.
Can araç klimasını açtı. Eşine ve kızına baktı.
“Araba deposu yarı yarıya dolu. Benzin biterse donarız. Benzini ekonomik kullanmamız lazım.”
Aşk tane esnedi.
“Ah Allah’ım ah! Gece boyunca uyuyamadık. Hayatta Kalanlar sefil, Perişan. Enkaz altında diri diri gömüldü insanlar. Çığlıklar içinde acı çeke çeke öldüler. Enkaz altından sesler geliyor ama kurtarma ekipleri yok.”
Biricik iç çekti. “Allah’ım jandarma, polis, AFAD nerede kaldı? Kepçeler, kurtarma ekipleri gelse enkaz altındaki canlarımız kurtulacak! Biz de yaşamda ölüm arasındaki o ince çizgide gidip geliyoruz.”
Can üzgün, bitkin bir yüz ifadesiyle:
“Keşke kendilerini bizim yerimize koyabilseler. Bizi anlayabilmeleri için, bizim yaşadıklarımızı yaşamaları gerekir. Hissettiğimiz acıları duyumsamaları gerekir. Allah’ım sen yaşadığımız acıyı hiçbir kuluna yaşatma. Depremi yaşayan herkesin yüreği diri diri kavruluyor.”
“Ben ömrümde bu kadar acı çektiğimi hatırlamıyorum.” dedi Aşktane.
Biricik babasına;
“Baba Benim acil tuvalete gitmem lazım. Peçete var mı arabada?” diye sordu.
“Var kızım bahçemize gidin, bahçe duvarından sizi kimse görmez.”
“Haklısın aşkım, bizi oradan kimse göremez.”
“Gene de dikkat edin bahçe duvarına yakın durmayın.” dedi Can.
Aşktane ile Biricik siyah ferforje kapıyı açıp, bahçelerine girdiler. Duvar dibine çömelerek tuvalet ihtiyaçlarını giderdiler.
Biricik:
“Of anne ya düştüğümüz bu hale bak. Ellerimizi yıkayabileceğimiz su bile yok. Ellerimiz pislik içinde kaldı. Peçete ellerinizi yeterince temizlemedi. Bu ellerle hiçbir yerimize dokunamayız, kaşıyamayız.” dedi.
Aşktane, leopar desenli pijamasını düzeltti. Kızına bakarak:
“Arabada kolonya vardır kızım ellerimizi onunla yıkarız.” dedi. Ve bahçelerinin ferforje kapısını açıp, dışarıya çıktılar. Arabaya doğru yürüdüler.
Aşktane’nin karşı komşusu eşini enkazdan kendi imkanları ile çıkarmış, soğuk bedenini kucağına koymuştu. Cesedin de kolu bacağı yoktu.
Göçük altında kalan bir anne de;
“Bebeğim donarak öldüü!” diye ağıt yakıyordu.
Biricik bayılacak gibi oldu. Annesi de onu sardı. Gözlerini kapattı. Arabaya zar zor gittiler. Arabanın kapısını açıp koltuğa oturdular.
Can endişeyle: “Ne oldu? İyi misiniz?” diye sordu.
Biricik hıçkıra hıçkıra ağladı.
“Boğulacağım baba aklımızı kaçırmadan gidelim buradan.” dedi.
“Ne oldu kızım?”
“Komşumuz eşini enkazdan ölü çıkarmış. Kolu, bacağı içeride kalmış!”
“Bu çaresizlik beni de boğuyor kızım, kalbimi bir burgu deliyor sanki.”
Aşktane:
“Benim de kalbim kıyım kıyım kıyılıyor. Bu acının tarifi yok. Ben artık dayanamayacağım. Sen de yeni Anjiyo oldun. Sağlığın bozulacak diye korkuyorum. Artık yaşanmaz buralarda gidelim hemen aşkım.” dedi.
“Haklısın bir tanem, yardım çığlıklarını duyup yardım edememek beni de kahrediyor. Elektrik, su yok. İş yerimiz evimiz, anılarımız şehrimiz yıkıldı. Yaralarımızı sarabilecek miyiz? Bilmiyorum. Hadi gidelim.”
Biricik:
“Ruhumuz enkazlarda kaldı, hiçbir şeyimiz kalmadı. Bitkisel hayata girmiş gibiyiz. Ne olur hemen gidelim baba!” dedi.
Can arabanın kontağını çevirdi. Araba hareket etti.
Aşktane ile Biricik Yıllardır emek verip, cennete çevirdikleri bahçelerine dönüp baktılar. Kangal köpekleri gideceklerini sezip, bahçeden dışarıya çıktı.
Aşktane ile Biricik Ağlamak istiyor, ağlayamıyorlardı. Ve yola çıktılar.
Aslan gibi güçlü ve iri olan köpekleri peşlerinden koştu.
Biricik:
“Aslanı bahçede yalnız bıraktık. Keşke onu da götürebilseydik. Ama arabaya sığmaz ki, onu nereye koyacağız?”
“Kocaman köpek arabada durmaz ki kızım. O da benim evladım gibi. Onu bizimle götürmeyi çok isterdim.” dedi Aşktane.
Armutlu Mahallesi’ne geçtiler binaların hepsi tuzla buz olmuş. Ceset kokuları genzi yakıyordu. Sonra kurtuluşa doğru yol aldılar. Habib-i Neccar Camii harap olmuş. Ezan susmuş, Çan çökmüş, Hazan yıkılmıştı. İnsanlar dondurucu havada perişan ve sefildi.
Aşktane acı dolu bir sesle:
“Sevginin, hoşgörünün, barışın, inancın merkezi Antakya’m fotoğraflarda kaldı. Alevi, Sünni, Ermeni, Rum, Yahudi, Hıristiyan herkesin barış içinde yaşadığı Antakya yerle yeksan olmuş. Çöplüğe dönmüş.” dedi.
Biricik acı acı: “Yüreğim yanıyor, yüreğim… Antakya’mızın renkleri solmuş. Hayalet şehrin hayalet sokakları; acı, sefalet kokuyor! Tarihi zenginliklerimiz de yerle bir olmuş.”
Can iç çekti. “Acımız çook, hem yaşıyor hem de yaşamıyor gibiyiz.
Komşularımız, arkadaşlarımız, dostlarımız enkaz altında. Hastaneler de yıkıldı. Yaralılarımızın hali ne olacak şimdi? Göçük altındakiler kefensiz kaldı. Cehennemde mi, dünyada mıyız? Bilmiyoruz. Şehirsiz kalmak evsiz kalmaktan daha çok acıymış. Ne yapacağız nereye gideceğiz şimdi? Geleceğimiz koca bir kara delik. Yangın yeri yüreğimiz. Oysa bizim hayata dair ne güzel planlarımız vardı. Allah’ım bu nasıl bir sınav? Nasıl bir acı?”
İki damla yaş yuvarlandı Biricik’in gözlerinden.
“Yaşama hevesimiz kalmadı. Tekrar yeşerecek mi umutlarımız? yüreğimiz iyileşecek mi? Yüreğimizdeki yangın sönecek mi? Küllerimizden yeniden doğacak mıyız?”
Aşktane, gözlerini kapattı, elini şakağına götürdü.
“Yaşıyorsak vardır bir sebebi. Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.”
Antakya ölüm kokuyor! Hatay’a acı yağıyor. İnsanlar çığlık çığlığa Feryat ediyor. Yürekler cayır cayır yanıyor! Asi Nehri kan ağlıyor. Ve bütün bu yıkımlara rağmen asi asi akıyordu…