Bir tren vardı, yolu uzun, hikâyeleri derindi. Zamanın yolcuları vardı trende. Yolcular nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Giderken ne hayallerle yola çıkmışlardı, belki yeni umutlarla, belki de yeni başlangıçların adımlarını atacaklardı. Hep aynı hayatın izleri vardı yüzlerinde. Alınlarında çizgilerle oluşmuş, kader yazıları gibi dışarıdan masum bakışları ele veriyordu onları, ne yaşadıklarını, içinde bulundukları yerin ve zamanın acı tebessümü ışıldıyordu göz bebeklerinde. Acılarının derinlikleri, yerin dibine süzülmüş toprağın üzerine serilmiş gibiydi.
Kadın, erkek, çocuk fark etmeksizin herkesin tek düşüncesi olan “belki diye umuda yolculuk” her şeyi değiştirebilirdi, yeniden başka yerlerde başka hayatlara tutunmak için. Artık geçmiş diye ardlarında bıraktıkları onlarla gitmesin, yıllarca yüreklerinde taşıdıkları sömürülmüş hayat ve duyguların yorgunlukları vardı. Acımasız hayat karşısında trene bindiklerinde, camların kenarlarında dışarıyı izlerken son defa baktıkları, son karelerin yıllanmış anıları canlanır gözlerinde. Önce yavaş hareket eden trenin, sonrasında hızlanması, giderek uzaklaşması sanki mutluluk uzak yerlerde bekliyormuş, karşılamak için dakika sayıyormuş düşleri vardı. Artık yol bitmek üzereydi, herkes telaşlı ve heyecan içinde birbirlerine bakıp duruyorlardı. Hem hüznün havası vardı, hem de mutluluğun, umudun tatlı ve ufaktan gülücüklerin belirtileri.
Ve sona gelindi yolun, tren yavaşladı, son demlerin son ayrılıkların, son kabullenmelerin son düdükleri çalındığı son garda…