“Aşk, hiçbir ölümlünün yakasını kurtaramayacağı bir güçtür ve aşkın ışığı bazen ölüler diyarının en karanlık köşelerine bile sızabilir.” (Patrick Süskind)
İnsan yaşamı, ondaki iç içe geçmiş iki temel içgüdü arasındaki bağlantının hikâyesidir bir bakıma. Eros (aşk ve cinsellik içgüdüsü) ve thanatos (ölüm içgüdüsü). Biz de bu hikayenin, biyolojik, fizyolojik ve ruhsal mekânıyız.
Başlangıçta aşk vardı, hâlâ var ve hep olacak! Birçoklarına göre evrenin ve insanın yaratılış sebebidir aşk. Semavi dinlerin yaratılış hikayelerine göre, cennetten kovulup yeryüzünde ayrı ayrı yerlere atılan Adem ve Havva’nın yıllarca birbirlerini aramalarının itici gücüdür. Aşk doğar, gelişir ve ölür, her şey gibi. Platon’un Şölen kitabında şair Aristophanes, aşkın tartışıldığı bir toplantıda yaratılış mitini anlatır. Ona göre, başlangıçta insan bir top görünümündeydi ve dört kolu, dört bacağı ,iki kafası vardı. Her birey hem erkek hem dişiydi, androjendi. Olimpos’a tırmanmak istediklerinde, Tanrı Zeus’u kızdırdılar ve Zeus onları ortadan ikiye böldü. Canı yanan her insan parçası diğer yarısıyla birleşmeye çalıştı ve böylece aşk doğdu. Her bir insan o zamandan beri tamamlayıcı yarısını arar durur. “Diğer yarı” deyimi buradan kaynaklanıyor olabilir.
Felsefede, sanatta ve edebiyatta en çok üzerinde düşünülen ve yorum yapılan aşk, Sisyphos’un tepenin zirvesine doğru ittiği ve her defasında aşağıya yuvarlanmaya yazgılı bir kayaya daha çok benzer. Her insan yaşamı boyunca o kayayı en az bir kez zirveye çıkarmaya çalışır, geçici zaferin sevinci ardından kayanın aşağıya yuvarlanacağını çok iyi bilse de.
Platon, aşk ciddi bir akıl hastalığıdır, der. Schopenhauer için aşk bir tuzaktır; Goethe için zaman kaybı, Oscar Wilde için karşılıklı bir yanlış anlamadır. İbni Arabi’ye göre “biz aşktan sudur ettik, aşk üzere yaratıldık”.
Kimi daha maddî düzlemde bakar olguya: Biyokimyasal bir süreçtir aşk ve üç yılın sonunda biten bir şeye indirgenir. Nasıl ve ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, aşkın kalıcılığı coşkunun karanlık tarafından beslenir ve mutluluk olasılığına karşı asidir. Yerleşikliğin esaretini sevmez. Arzu nesnesine ulaşılmazlık oranında aşk çoğalır.
“Bir tek aşk yoktur acıya gark etmesin,
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara.
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda,
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da,
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin,
Mutlu aşk yoktur ama,
Böyledir ikimizin aşkı da.”
(Louis Aragon)
İnsanda yaratılış gereği hiçbir duygunun yoğunluğu en tepe noktada, zirvede kalamaz. Aşkta da durum böyledir. Başlangıçta âşık olan kişiye yüksek enerji ve mutluluk veren hormonların artışı (dopamin, serotonin, oksitosin) zamanla azalır ve kişi normal hayatın devamı için gereken dengeyi yeniden bulur. Aşk başladığı yerde evrilmeye yüz tutar, başka hallere bürünerek devam eder ya da hep söylendiği gibi 2,5-3 yılın sonunda biter.
Oscar Wilde’ın “Oysa herkes öldürür sevdiğini” dizesiyle başlayan şiirini ne zaman okusam/dinlesem, aklıma Gorki’nin son derece etkileyici bulduğum öyküsü “Makar Çudra” ve 80’li yılların fenomen Fransız sinema filmi “Betty Blue” gelir. İkisinin ortak noktası dramatik sonlarıdır.
Makar Çudra adlı Çingene çeribaşı, obada konaklamak zorunda kalan bir yabancı gezgin ile sohbete girer. On yıl önce şahit olduğu acıklı bir aşk hikâyesini anlatır. Obanın güzelliğiyle nam salmış asi kızı Radda ile yine yiğitliği, sesinin güzelliği ve yakışıklılığıyla ünlü Loyko Zobar’ın dillere destan aşkının önünde, ikisinin de ortak karakteristik özelliği olan özgürlük tutkusu en büyük engeldir. Zobar, tüm obanın önünde Radda’ya evlenme teklif ederken, Radda onun ayaklarına kamçı dolayarak yere düşürür, onuruyla oynar Zobar’ın. Fakat daha sonra dere kıyısında bir taşın üstüne oturur hâlde bulduğu Zobar’a onu sevdiğini ama özgürlüğünü daha çok sevdiğini itiraf eder; bütün obanın önünde ayaklarına kapanıp elini öperse onunla evleneceğini söyler. Zobar teklifi kabul eder, ertesi gün oba toplanır. Radda ayağını işaret ettikten sonra, Zobar bıçağı birden genç kızın göğsüne saplar ve kız yer düşer: “Elveda Loyko, böyle yapacağını biliyordum” der ve ölür. Ölmüş kızın ayaklarına kapanacağı sırada, evlat acısıyla yanan kızın babası Danilo da Zobar’ı öldürür. Özgürlük tutkusu bireysel aşka galip gelir.
Betty Bleu (Mavi Betty), yazar Philippe Dijan’ın 1985’te yazdığı, çok satan romanlarındandır. 1986 yılında Jean-Jacques Beinex yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış ve o dönem, pornografik açılış sahnesiyle büyük ses getirmiş, Fransız kült filmlerinden biri olmuştur. Filmin kadın kahramanı (anti-kahraman da diyebiliriz) Betty, ateşli, durağanlığa dayanamayan, öfkeli, hızla biçim ve yer değiştiren sevinci ve hüznüyle; sakin bir yaşam süren, ufak tefek tesisat işlerinde çalışan, boş zamanlarında roman yazan silik bir tip olan Zorg’un yaşadığı bungalova yerleşir. Zorg’u kasvetli hayatından kurtaracak bu” yarı saydam antenli ve mor deri kalpli garip çiçek” ile su ve ateş kadar zıttırlar. Betty, kendisini ve çevresindeki kadınları sömüren tüm erkeklere karşı öfke büyümüştür içinde. Tüm erkeklerde bir kusur vardır ona göre ve bir tek Zorg tarafından anlaşılır. Tensel aşkla başlayan ilişkileri, giderek derinleşmeye başlar. Zorg’un günlüklerini okuyan Betty, ona daha da hayran olur ve onun ünlü bir yazar olacağına inancı tamdır. Ona göre aşkın yolu hayranlıktan geçer. “Sana hayran olmazsam seni nasıl sevebilirim?” der. Bungalovu yakıp şehre yerleşirler. Betty tüm vaktini sevgilisinin yazılarını daktilo ederek geçirir ve yayınevlerine gönderir ancak hep olumsuz yanıt alır. Birlikte çalıştıkları restoranda bir müşteriye çatalla saldırır. Öfke nöbetleri artmaktadır ve onu tek sakinleştirebilen kişi Zorg’dur. “Duvardan atlarken liflerini koparan ve ayağa kalkmaya çalışan bu vahşi at”, hamile olduğunu sanıp yanıldığını anladığında, kendine yönelttiği öfke talihsiz sonunun başlangıcı olacaktır. Filmin en can alıcı sahnelerden birinde Betty, rimeli ağlamaktan yanaklarına akmış, ruju dudağının dışına taşmış hâlde masada otururken, eve yeni giren Zorg masadaki ketçabı yüzüne sürüp Betty’i teselli eder. Sağlık durumu gitgide kötüleşen Betty, yeni bir öfke nöbeti geçirdiği sırada, sağ gözünü çıkarır ve hastaneye kaldırılır. Düzeleceği konusunda ümitsiz konuşan doktora saldırdığı için hastaneden kovulan Zorg, kadın kılığında gizlice Betty’nin odasına girer ve çok sevdiği, birbirleri için yaratıldıklarını düşündüğü sevgilisini yastıkla boğar. Ağılda kısılıp kalmış yaralı atı, özgürlüğün çayırlarına salmıştır aslında Zorg. Gerek Gorki’nin Makar Çudra’sındaki söz konusu karakterler, gerekse Mavi Betty’deki karakterler için aşk, bireyin özgür iradesinin sınırlarına dayanan bir yabanıllık yansısından başka bir şey değildir ve kendi içinde kendini yansıtır, eritir, yok eder.
“Çünkü herkes öldürür sevdiğini,
Ama herkes öldürdü diye ölmez…”
(Oscar Wilde)