Bir kadınım ben Anadolu’da. Bir yanım hasret, bir yanım da bahçe. Doğduğum toprakların mevsimlerinde nefes diye huzur koklarım.
Başaklar serpince çiçekler toplar, kızgın güneş semada yüzüme karalar çalarken, sarı yazmamı takar, çökerim dizlerimin üzerine. İçime doluncaya kadar çekerim onca hasretin ah çekişini. Ve etrafımda yaralar alan atların kaçıncı defasında koşup koşup uzaklara gidişini bilirim.
Bir zamanda kalıp hayatımın kaçıncı gölgesinde umutlar saklarım. Hep aynı saatlerde uyanırım, Anadolu’nun erken tüten ocakların dumanında…
Dört mevsimim ben, bir yanım bahar bahçe, bir yanım soğuk. Güneşle birlikte uyanırım yıldızlar kaybolunca dünya süzülür gözlerimde. Bir gideni hatırlarım ardına bakmayanı bir gözlere bakarım içinde vefa saklayanı. Her bir karış toprağı merhamet kokarken Anadolu’nun, hangi yüzünde kaldı sevginin vebası. Kaldı mı geriye uğrunda ölünür diye sözler veren beşer? Ne güller soldu burada, hepsi içinde coşkun goncanın ahı konuşması şeklinde. Baharın gelişini beklerken, cemreler sırasını sayarken buldum toprağı. Daha hangi yüreğe dokunur böyle bir sessizlik. Ocağımda tüten dumanın kara izleri kaldı, yaraları yeni açılmıştı bir sonraki devranda belki. Yiğitler vardı ayakları sesleri gelince yerin titremesi gibi. Sonra değişti işte değişmez dediğimiz ne var ise. Belki de artık değişmesi gerekiyordu denizin mavisi, yoksa aynı renkte boğulup gidecektim. Çırpınırken dalgaların acımasızlığında yok olmamak için savaşmam gerekti, yaşamak için. Savrulurken orda oraya ters yönde esen rüzgarın uğultusu uyandırır seni, karanlık rüyanın çıkmazında.
Hiç görülmemesi gereken karalanmış, başı olmadığı gibi, sonu da olmayan hikâyenin etkisiz kahramanı…
Bir gün zaten bitecek olan dünyanın, başkahraman aradığı bir gölgenin bir güneşe, selam verirken ki son hâliyle. Ve bitti işte çünkü sayılara sığmayacak kadar bir ürperti belirdi, gökyüzünde sanılsın ki koptu kıyamet, yeryüzü içinden çok kervana katılanlara.