Sokaklarda boş boş “avare” dolaşma günüydü bu gün, ne de olsa evdeki dırdırdan kaçmanın en iyi yolunu Serdar bulmuştu.
Ailesinden gördüğü küçük küçük eziyetleri, doğduğu günden beri biriktirmiş bir genç olarak, insanlardan uzak durma isteği aklını fikrini tümüyle kaplamıştı. Her gün biraz daha yaşamdan soğuduğunu fark ediyordu.
İnsanın insana acı verdiğine inanmıştı bir kere. Kimseyle konuşamadıklarını, bu gün sokaklarda içsel dünyasından gelen sesle son kez konuşabiliyordu.
Tam olarak kendine bile itiraf edemediği şeyler de vardı. Her insanın kendi içine dönmesini, kendi iç alemini analiz etmesi gerektiğini de düşündü. Çünkü yaptığı hileler, söylediği yalanlar, çevirdiği dolaplar, her insan gibi, onun da sıkıştığında baş vurduğu yollardan biriydi.
Sokaklarda boş boş dolaşma gününde, annesinin sesini de, bir ara duyar gibi de oldu.
“Neredesin oğlum?”
“Sokaklardayım…”
Tüm annelerin bitip tükenmeyen, klişe sorularını düşündü ve ardından annesinin özel sesi kulaklarında çınladı.
“Üşüyeceksin oğlum.”
“Neden üşüyecek mişim?”
“Çünkü sonbahardayız da, ondan.”
Sonbaharın en sevdiği mevsim olduğunu hatırladı ve tabiata özgü doğal seslere kulak kabarttı…
Sararmış yapraklar çıtır çıtır sesleriyle ayaklarının altındaydı. Onu ezen fanileri, her adım da ismen eziyor, onlardan öcünü kısmen de olsa alıyordu. O nedenle sararan yapraklara, daha bir dikkatli basmaya başladı…
Ve her halinden belliydi ki bu durum ona, ayrı bir haz, ayrı bir mutluluk veriyordu. Yürüdükçe esen rüzgarın nağmeli vuruşları tüm bedenini sarıyor ve böylece, tüm dünyanın kirlerinden, yalanlarından, dolanlarından arınıyor gibi kendini temizlenmiş hissediyordu. Kısacası yüzüne, gözüne, saçlarına yani tüm bedenine “sokak günü” iyi gelmişti.
Hiçbir şey şu an itibariyle umurunda değildi, beyni uyuşuktu ama, ilk defa kendini bu denli özgür de hissetti. Tek bir konuya odaklanmıştı.
“Yaşamak güzel mi?”
Annesinin, babasının olamadıklarını olmaktan, onları mutlu etmeye çalışmaktan bunaldığı günleri hatırladı.
“Rahat bırakın beni” diyesi vardı.
“Rahat bırakın.”
Olmuyordu… Kendi iç dünyasıyla, canından çok sevdikleri arasında dengesizliğe bir kere tutulmuştu. İstekleri vardı. Ulaşması çok zor istekler. Kimine göre çok basit ama, ona göre çok zor istekler…
Mesela kendini çok zorlamış, ilgi duyduğu kıza bir türlü açılamamıştı. Zihninde tasarladığı o sahne de, defalarca Ayten tarafından nazikçe reddediliyordu. İki tarafı ağaçlarla kaplı yolda giderken karşılaşıyorlar. Serdar tüm cesaretini toplayarak, Ayten’e aşkını ilan ediyor. Ayten ise; aşağılayıcı bir ses tonuyla birlikte, Serdar’ın yanağından elle bir makas alıyor…
Yüzünde alaycı bir gülümseme, gözlerini Serdar’ın gözlerinin derinliklerine dikmiş, “beğeniliyor olmanın kibri ile” dudaklarını bükerek; “Ah canım ya, bebişim bilirsin ben seni çok severim, fakat o gözle sana hiç bakamadım, Serdarım üzgünüm!” Açıkça yüzüne vura vura diyebiliyordu.
Bu hayali sahne ile iç yaşantısına yoğunlaşan Serdar, daha fazla karamsar oluyordu. Defalarca reddedilmek, bilemezsiniz, ne büyük perişanlık, ne büyük mahcubiyet onun için… Öz güveni yerlerde.
Kendine, “ben neden korkuyorum” diye sordu, cevabı da biliyordu, fakat o kısır döngüden bir türlü çıkamıyordu.
Umutsuzluk, çaresizlik, güçsüzlük, geçmiş yaşantılara, takmıştı bir kere…
“Beni sevecek kendimi onunla ifade edebileceğim, birinin özlemi.” Takıntı, bu…
Serdar başını istemsizce iki yana salladı. “Ayten beni reddederse ne olur? Kıyamet mi kopar, ne olur.”
Ey sen! “Mesleğin, kariyerin, bir kıza karşılıksız duyduğun aşk karşısında eriyip tükeniyor ve sen kendini bir hiç missin gibi kötü hissediyorsun. Derece yapmış olmak, üstün zekalı olmak, bir kıza karşı yenilmeni engelleyemiyor ve kinlenir gibi hep onlar beni bu hazin sona hazırlıyor.”
“Kimler.”
“Onlar.”
Sağ elini sol omuzuna koyarak, “böyle olmamalı dostum. Bu kadar zayıf çaresizlik içinde, biçare olmayı seçmemelisin” diyordu. Ama kendine söz dinletemiyor. Sanki hücreleri yavaş yavaş ölüyor da ölüyordu.
Yeni bir hayat, sevdiklerini acıya boğacak olan hazin sona onu hazırlıyordu. Yüzü bembeyaz olmuş. Bedeninden kan çekilmiş gibi. Yalnızlık, çaresizlik, güçsüzlükten arınmış, tek kelimeyle umursamazlık, içinde… Ölmekle ilgili, sokaklarda caddelerde köprülerde, planlar yapan… Kendini suçlayan, beğenmeyen, bu dünyadan gitmek isteyen, diğerleri kendini “suçlu hissetsin” diye, “kendi yaşamlarına” son veren, intikam almak isteyenler…
Kendilerini içsel olarak tüketmeye odaklı… Bırakılması gerekenleri bırakamayan, takıntılı… Her şeyi topluca düşünen, yeteneklerini körelten… Yaşamını gözden geçirme yerine, diğer insanların yaşamlarında oluşturdukları etkiye odaklanma… Serdar gibilerin kötü hissetmesine sebep oluyordu.
Gizli güdüsü, intikam almak. “Ne için?” Anası için, babası için, işi için, kendisini sevmeyen kız için. Kendilerini yavaş yavaş ölüme hazırlayan insanlar, diğerlerinden toplumdan böylece intikam almış oluyordu.
Çok uç noktada yaşanan travmalar, bazen insanın kendi bedeninde uyanmasına da sebep olabilirdi.
Serdar kararlıydı, kafaya koymuştu, bu gün dünyadaki son günüydü. Eve geri dönerken hafif hafif esen rüzgarla abdest aldığını düşündü. Apartmanın bodrum katına yöneldi. Hazırlıklar tamamdı. Tanrı’yı düşündü. Bir an tereddüt etti. Sürekli gün boyunca onunla konuşan iç sesi “gitme zamanın geldi” dedi…
Serdar; “nereye” dedi.
“Bilmiyor musun?”
Azrail’le göz göze gelince Serdar çok korktu irkildi, gözleri fal taşı gibi açılı verdi. Ve yavaş yavaş nefesinin ayaklarından çekildiğini, boğazında durduğunu hissetti… Tüm hayatı filim şeridi gibi gözünün önünden, bir salise de geldi geçti. Geride kalanların feryatlarını gördü ve onların acı çekmesi ile ruhunda huzur buldu. Bedeninden nefesi bir kuş gibi uçup gitti. Evinin penceresinde durdu.
Annesinin yüreği öylesine sıkıştı ki “hayrola” dedi, istemsizce pencereye yöneldi, nefesini tazeledi… Güneş kendini perdelemiş, gökyüzü kararmış, umutlar bir başka bahara kalmış gibi… El salladı kuşa!
“Beni yüreğinde sevgiyle taşı, inan ki sevgi ölüm kadar kuvvetlidir.” sözü aklına düştü.
O esnada mevta bir çul gibi sallanmaya devam etti. Ta ki biri onu bulana dek…