Ev, tek hece fakat çok anlam yüklediğimiz eşsiz bir kelime… Hep birlikte evin kelime tanımına bakacak olursak eğer: “İçinde bir ailenin oturabileceği şekilde yapılmış beton yığınlarından oluşan bir yapıdır.” dersek yanlış olmaz sanıyorum. Sahi hakikatte nedir öyleyse ev? Mesela dört duvar yeter mi bir evin yuva olabilmesi için? Aile midir bir evi ev yapan, yoksa ev midir aileyle birlikte yuvaya dönüşen? Hatta biraz daha detaylandıracak olursam tüm bu soruları şöyle bir soru daha yöneltmek isterim: Ev için beton yığınları gerekli midir sizce her zaman? Bir insan, bir insanın pek ala evi olamaz mı? Hatta bir insan bir insana dört duvardan daha çok sahip çıkıp; onu yağmurdan, kışın soğuğundan ve tüm fenalıklardan koruyup kollayamaz mı? Ne çok soru birikmiş böyle eve dair içimizde… Herkes cevabını kelimelerle değil de kalbiyle versin isterim. Herkesin hakikatteki evini bulmasını dilerim.
Bir gün, can alıcı bir tartışmanın ortasında birden dalıverince gözlerim; etrafındaki tüm evlerden daha eski bir eve takılıp kaldığımı fark ettim. Karşımda tüm çatlaklarıyla dimdik duran beyaz bir ev… Evin hemen bitişiğindeyse evi tüm gücüyle sarıp sarmalayan, gövdesi tamamen gözlerden kaybolmuş, yemyeşil asırlık bir ağaç, göğü kucaklayan dallarıyla gecenin karanlığında el sallıyordu uzun uzadıya bana… Gözlerim, sözlerimden daha çok büyüdü işte o vakit, derin derin sustum. Uzun ve usulca düşünmeye durdum. Bu gereksiz dünya telaşı arasında ne kadar da boştu tartışıp birbirimizi kırdığımız konular! Kendimi çok kırgın ve yaralı bir kuş gibi hissediyordum. Tüm olumsuzluklara inat ayakta kalmaya çalışsam da kendimden bile saklayacak kadar perişan bir haldeydim. Uzaklaşma isteği vardı içimde bağrımı yakan tüm cümlelerden… Yine de kaçamıyordum. Bir ses defalarca: “Gözlerime bak dedi.” Ama nafile durup bakamıyordum. Benimle tartışmayı sürdürmek isteyen muhatabıma dönüp şöyle dedim usulca: “Karşıya bak! Görüyor musun şu karşımızdaki evi? Sence ağaç mıdır bu evi asırlık kökleriyle ayakta tutan yoksa bu yıllanmış ev midir ağaca hala umut olan? Zor günlerde birine sırtını yaslayıp umut aşılamak herkese nasip olmaz. Sen iyiyken, mutluyken, gezerken, yer içerken, herkes yanında zaten… Ama karanlık ve yapayalnız günlerinde herkes elini eteğini çekmişken ıssız bir yerdeki birine umut olmak, en kırgın olduğu zamanlarda ona kol kanat germek, onu tüm düşkünlüğüne ve yaralarına rağmen yeniden ayağa kaldırmak herkesin harcı değil. Bu yüzden ben, yalnızca mutluyken ve iyiyken yanımda olacak bir insan istemiyorum. Ben; en zor, en kırgın hatta en tahammül edilemez olduğum zamanlarda bile benim sırtımı yaslayabileceğim o ev ol istiyorum. Evim ol, ben sana gövdemden bile feragat edecek o yemyeşil görkemli ağaç olurum. Tüm güzel ve yeni evlerden tenzih ederek seni üstelik! Dış görünüşüne aldırmadan, evin içindeki nice güzellikleri bulurum. Yeter ki; sen evim ol ben yuva olmanın bir yolunu bulurum. En çetin kışlara, en sert rüzgarlara rağmen üstelik! Fakat dersen ki, benim bir ağacın ağırlığına tahammülüm yok. İşte o vakit benimle yürüme derim bu yolu, sakın yürüme benimle… Çünkü ben dizlerim kanadığında bile yürümek şöyle dursun, koşarım evime! Motor kazası yaptıktan sonra bile dizlerimde kanayan yaralarla hayatımı değiştirecek sürpriz bir evete koştuğum güne şahitlik edenler iyi bilir. Daha fazla kelimeye hacet yok sanırım. Derin bir sessizlik sarıyor dört yanımı! Muhatabımdan hiç cevap yok. Söylediğim kelimeler ağırına gitmiş olacak ki; sessiz kalıyor, hoş bende cevap vermesine olanak vermeden yürüyüp hızla gidiyorum alıp başımı, hem de dilim Ona “Benimle yürüme!” dedikten sonra… Yine yaralarıma şahitlik eden sevgili motoruma koşuyorum. Bir ağlamak hali sarıyor beni. Başımı öne eğip hüngür hüngür ağladıkça, kendimi ve bu dünyanın önemsizliğini sorguluyorum. Uzun zamandır kiralık bir evde oturanlar yahut kiralık bir ev arayanlar iyi bilir ev sahibi olmak arzusunu! Geçici bir dünyadaki evlerden hariç kalıcı bir ev arzusu çekiyorum bense onlardan ayrılarak…
Ev tanımı içimde biraz daha şekilleniyor: Kimine göre beton yığını, kimine göre bir yaşam alanı, kimine göre yuva, kimine göreyse tek bir insana dönüşüveriyor. Evler, evler ve evler… Oysa insanların başına yıkılan ve bu dünyadan koparan da evlerdi pek yakın bir zamanda! Evler, nice evler ve nice evsiz kalanlar arasında gidip geliyorum. Ev tanımı şekil değiştirmeye devam ediyor hala…
Şimdi kim daha evsiz bilmiyorum. Gecenin karanlığında motoruna atlayıp tartışmalardan köşe bucak kaçmaya çalışan ben mi? Yoksa dört duvar arasında gökyüzüne hasret yaşayanlar mı? Sahi kim daha evsiz? Bir anda motorum beni yarı yoldan geriye döndürüyor. “Evine dön!” diyor. Beton yığınları olmayan evine, yeşil bir ağaç dalı gibi rüzgara yani hayatın akışına bırak kendini! Zihnini değil, kalbini dinle bir kez olsun. Hava çok soğumuş, bir su kıyısında ağlamış, yapayalnız yani beyaz eski ve o çatlak duvarlarıyla karşımda duran yıkık dökük ev gibi buluyorum bıraktığım yerde onu. Yanına gitmeye cesaretim yok. Bir vakit uzaktan izliyorum. Biraz da akıntıya takılıyor gözlerim, suyun her şeyi alıp götürmesini hayranlıkla ve büyük bir hüzünle izliyorum. Artık yaşadığımız önemsiz tartışma değil konu. Evimizi nasıl inşa edeceğimiz… Bizim elimizde sanki bu inşa süreci biraz da ve anlıyorum ki beton yığınlarına tutunursak altında kalıp can verebiliriz. Ama bir kalbe tutunmak sanırım kurtaracak bizi, kurtaracak bu fani dünya telaşından! Yalnızca gerçek evimizi bulmak, koruyacak sanırım bizi en çetin kasırgalardan! Evi olanlar değil, evini bulanlar; ev alanlar değil, birine ev olanlar kurtuldu zannımca… Düşüncelerin arasında kaybolup giderken ve bir mucize beklerken bir anda yanımda pişman bir çift göz beliriyor … İşte diyorum ardına bakmadan git. Yoksa yenileceksin bir çift göze tüm bu evlerin arasında, bilirsiniz gurur en acı katilidir en güzel duyguların! Her şeyi bırakıp koşa koşa motoruma gidecekken geri döndürüyor beni onun bir dön çağrısıyla kalbim! Evin seni çağırıyor, bekletme… Evin seni çağırıyor, şimdi asırlık ağaç olma vakti. Kim bilir belki de ebedi evine koşma vakti… Serin serviler arasında, bir rüzgara teslim olma vakti. Dimdik ve göğe doğru! Öyle bir ev ki o; kimine cennet bahçelerinden bir bahçe, kimine cehennem çukurlarından bir çukur misali… Sahi hakikatte nedir ev? Bu ev, hangi ev? Senin evin mi yoksa benim evim mi bahsi geçen? Herkes cevabını kelimelerle değil, kalbiyle versin isterim. Herkesin hakikatteki evini bulmasını dilerim. Evin yolu beşerden geçse de ilahi olana gidecek. Bir kalbin evine kavuşma rüyası elbet ezelde bitecek…