‘‘Parçaları arıza yapmış bir makine değilsin sen. İhtiyaçları karşılanmayan bir hayvansın. Bir topluluğun parçası olmaya ihtiyacın var. Hayatın boyunca sana pompalanan mutluluğun yolunun paradan ve bir şeyler satın almaktan geçtiğini söyleyen abur cubur değerlere değil, anlamlı değerlere ihtiyacın var senin…’’
Johan Hari – Kaybolan Bağlar
Hayatta insanları yaşamda mevcut kılan bir takım ihtiyaç ve güdüler vardır. Maslow’un piramidinde de açıklandığı üzere en temel ihtiyaçlar: yeme, içme, uyuma ve dinlenme gibi ihtiyaçlarken bir üst basamağa geçtiğimizde ise; sevme sevilme, ait olma, güvende olma gibi sosyal-duygusal ihtiyaçları görürüz. (Piramidin en tepesinde yer alan ‘kendini gerçekleştirme’ ise alttaki basamaklarda yer alan ihtiyaçların karşılanması koşuluyla ulaşılabilecek bir merhaledir, fakat kendi yaşamsal döngülerinde pek az kişinin ulaşabildiği bir noktadır.) Elbette insan bu eylemleri yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilmek için gerçekleştirmek zorundadır. Burada öyle bir oran söz konusudur ki biri olmadan kişi hem ruhsal hem de bedensel açıdan dengede kalamaz ve bu dengesizlik hali bir takım sağlık problemleri olarak karşımıza çıkar günün birinde. Özellikle zor şartlar altında yaşamış insanlara baktığımızda en temel ihtiyaçlarını bile karşılama güçlüğü çektiklerini; eğer bu uzun süreli bir hale gelirse sonucunda vücutlarında ve görünenin ardında içinde bulundukları yoksunluk durumuna tepki olarak bir takım arızaların meydana geldiğini görürüz. Bedenin isyanı insan için acılı süreçler yaşanacağı anlamına gelmektedir şüphesiz. İşte bu yüzden ihtiyaçlarımızın dengeli bir şekilde karşılanması yaşamsal kaliteyi sağlama anlamında da önemlidir.
Hepimiz dünyaya geldiğimiz andan itibaren bakım verenlerimize tamamen muhtacızdır. Bazı omurgalı hayvanların yavrularında olduğu gibi doğar doğmaz ayaklanıp yürüyemez, annelerimizin peşinden beslenmeye gidemeyiz, başımızı rahatlıkla taşımamız dahi birkaç ayı buluyor. Fiziksel bağımlılığın yanında ruhsal ihtiyaçlar da doğar tabii, sevildiğimizi, ait olduğumuzu hissetmek isteriz. Hatta bebekken çoğunlukla karnımız tok, temiz ve sağlıklı olsak bile temas ve ilgi ihtiyacımız için ağlar ve ebeveynlerimize sığınırız. Ve tabii her ihtiyacımızı dozunda ve zamanında karşılamak söz konusu olamaz her zaman, birini temin edebilirken ötekini elden kaçırdığımız illa ki olmuştur hayatımızın bir evresinde. Bazen eldeki olanakların elverişsizliği, bilinçsizlik, cehalet gibi bir takım etkenler nedeniyle ihtiyaçlarımıza ulaşamama hali söz konusu olsa da bazen de zorlu şartlar altında yaşamın sonucu olarak erişim sıkıntısı yaşarız: savaş, göç, doğal afetler gibi sıra dışı etkenler buna örnek verilebilir.
Fakat toplumsallaşma ihtiyacımızı göz önünde bulundurarak bunların dışında bizi yaralayan, sosyal yanımızı baltalayan çok önemli bir konu vardır ki, o da şüphesiz; ‘‘maruz kalınan yalnızlık’’ tır. Birçoğumuzun hayatımızın bir döneminde yaşama ihtimali olan bu etken hakkında konuşmak gerekir. Maruz bırakılan yalnızlık toplumun ‘‘uyumsuz (!)’’ a kestiği cezadır bir nevi. Bu yüzden tercih edilen kısa süreli yalnızlık biçimiyle oldukça farklıdır elbette. Adı üzerinde ‘‘tercih’’ edildiği için kişi bu yalnızlığın içinde huzurlu ve mutlu olabilir, hatta kendini ruhsal anlamda besleyecek bir takım eylemlere girişmesi söz konusu olabilir ve bu şekilde tercih edilen yalnızlık aynı zamanda verimli geçirilerek kişisel faydaya dönüştürülebilir. Fakat maruz kalınan boyutu oldukça acı verici olmakla birlikte insanın ruhsal ikliminde yıkımlara sebep olacak denli derin etkiler bırakabilir. Kişi yalnız kalmamak ve bunun verdiği acıdan kaçınmak adına benliğine hiç uymayan çok farklı yollara girebilir.
Ne olursa olsun benliğini korumaya çalışan kişilerin sürüye ait olmaktansa yalnızlığın acısıyla yoğrulmuş bir ömre razı olduklarını ve bu yüzden bir şekilde toplumun dışına itilip ötekileştirildiklerini görürüz. Bu yapıdaki bireylerin yalnızlığın verdiği ağır bunalım nedeniyle büyük bir çıkmaza girdiklerini, buna tepki olarak ya bir takım zarar verici davranışlara, kötü alışkanlıklara yöneldiklerini ya da yalnızlık duygusuyla baş edemeyip tutunacak bir dal bulamayarak acıyla kendi hayatlarından vazgeçme noktasına geldiklerini görürüz. İşte bütün bu veriler bize gösteriyor ki insan toplumun bir parçası olmadan yaşayamaz. Anlaşılma, paylaşma, görülme, sevme ve sevilme gibi ihtiyaçlar ancak sosyalleşerek giderilebilir çünkü. Aristo’nun da dediği gibi: ‘‘İnsan toplumsal bir hayvandır.’’
İnsanların sosyal yanlarını beslemek için farklı farklı şekillerde bir takım toplumsal davranışlarda bulunduğunu görürüz. Bu bir çocuğun ebeveynleri tarafından fark edilmek için evdeki çini vazoyu kırması, bir çalışanın iş yerinde patronun gözüne girmek ve takdir toplamak için daha çok çalışması ve hatta mesaiye kalması, bir sanatçının popüler beğenilere göre eserler üretme gayreti içinde olması gibi birçok farklı şekilde olabilir. Bütün bu davranışların altında genellikle belli bir amaca yönelik, yani sevilme, takdir edilme, görülme gibi ihtiyaçların karşılanma amacı yatar.
Aidiyet duygusunu yaşayabilmek ve yalnızlıktan kaçınmak için her zaman masumane ve yapıcı yollar izlenmez maalesef ki. Bunun en çarpıcı örneklerini II. Dünya Savaşı sırasında yaşanılan ibretlik durumlara bakarak görebiliriz. Savaş esnasında Alman olmasa dahi güçlüden yana tavır alan başka milletlerden insanların – hatta Yahudilerin kendi içlerinde dahi – gettolarda yaşayan insanlara akıl almaz işkenceler yaptıklarını ve bu yaptıkları suç olmasına rağmen gücün yanında yer aldıkları için kendilerini haklı gördüklerini görürüz. Burada gücün dayanılmaz çekiciliği baş göstermiş ve insanları ne yazık ki felaketlere gebe tehlikeli bir birlikteliğe yönelmeye sürüklemiştir. Aidiyet duygusunu yaşamak uğruna ne ağır bir insanlık ayıbının ortağı olunduğu düşünülünce insanın yapamayacağı şey olmadığını ibretlik bir örnekle görmüş olmaktayız.
Günümüzdeyse görülme ihtiyacı bireyselleşmeyle birlikte had safhaya ulaşmıştır. Bu hemen hemen bütün eylemlerimize, alışkanlıklarımıza dahi yansıyan bir boyuttadır. Yediği, içtiği, gezdiğini sosyal medya organlarında paylaşmak bir yana kimileri sırf birileri görsün diye iyilik yapar hale geldi, çünkü yaptığı iyilik başkaları tarafından görülürse ‘‘iyi insan’’ etiketini hak etmiş ve onların gözünde takdir kazanmış olacaktı. Yani burada toplumsal saygınlığı elde etmek için iyilik yapma eylemi kullanılmış oldu. Yine buna benzer şekilde bir sanatçının ortaya koyduğu bir eseri başkalarının beğenisine sunması ve eserlerinin beğenildiği ölçüde kendine ‘’iyi-kötü’’ sanatçı şeklinde değer biçmesini örnek verebiliriz. Bu örneklere bakarak şu sonucu çıkartırsak yanlış olmaz sanırım: insan yapıp ettikleriyle bir şekilde topluma ve dolayısıyla kendi benliğine hizmet etmektedir.
Her ne kadar Aristo’nun da dediği gibi toplumsal bir hayvan olsak da kimi zaman başkalarının gözündeki konumumuzu abarttığımızı düşünüyorum. Halbuki insan başkalarından ziyade ‘’kendi vicdanında kendisini ne konuma oturtmaktadır?’’ öncelimiz bu olmalıdır. Bir iyilik yapıyorsak bunu iyilik yaptığımız kişiyi de alçaltıp küçük düşürerek başkalarına – amiyane tabirle – yaptığımızı pazarlamak için değil – ki bu oldukça ahlaksızca olurdu – ihtiyacı olan birinin yarasını sarmaya bir nebze olsun katkıda bulunabildiğimiz için, kendimizi manevi doyuma ulaşma noktasında güdülememiz gerekir. Veya ‘‘nasıl olsa kimse görmüyor’’ diye uygunsuz bir davranışı yapabiliyorsak yine sorun var demektir. Başkaları görmüyor olsa bile bunu sen görüyorsun, peki kendini kendi vicdanında nasıl aklayacaksın? İşte kendimize soracağımız sorunun bu olduğu aşikârdır.
Duruma başka bir açıdan batığımızda bizi bu duruma iten, yaptıklarımızı bir şekilde daha fazla görünür kılmak için içi boş bir gösteriş çabasına girmemize neden olan en önemli mecra sosyal medyadır. Birçok kişi için araçsallık boyutunu aşarak ve bağımlılığa dönüşerek yaşam biçimi haline gelen sosyal medya kapitalizmin en rahat propagandasını yapabildiği mecradır. Hatta öyle ki bu şekilde en mahrem alanlarımıza kadar girebildiği ve tercihlerimizi etkilemeye varana dek bizi ve hayatımızı yönlendirebildiğini görmekteyiz. – bu gücü ellerimizle veren bizleriz ne yazık ki –
Kapitalizm inşa etmiş olduğu popüler kültürü her an etkileşim halinde olduğumuz sosyal medya organları aracılığıyla durmaksızın sunar bizlere ve işlevsiz, amaçsız, saçmalıklarla dolu dayatmalarını ‘’moda’’ diyerek empoze eder. Kapitalizmin bütün bu çabasının en büyük sebebi düşünmenin önüne geçmektir. Bilinçsizce tüketime yönlendirerek insanlara meşgul olacakları oyuncaklar verir ve bize der ki: ‘‘Benim çizdiğim kalıpların içine girmiyor, değer yargılarını, düşünce şeklini benim çizdiğim sınırlar içinde yaşayıp uyarlamıyorsan bizden değilsin.’’ Bu düşünceye sahip bir grup bizden olan ve olmayanlar olarak görünmez bir ülkenin sınırlarındaymışçasına hareket edebilirler. Özellikle son yıllarda bunun emarelerinin çocuklara dek indiğini görmek de mümkündür: belli bir yaş grubu çocuk ve gençlerde aralarında modaya dönüşmüş bazı uygulamalar – dijital oyunlar gibi – konusunda o modaya uymayan, buna direnen, kendi olmak için bu kalıplara girmeyi reddeden veya ekonomik durumu yetmediği için uyum sağlayamayan akranlarına zorbalık yaptıklarını ve sırf bu yüzden ötekileştirdiklerini görürüz. Diğerlerinin oynadığı barbi bebek Ayşe’ de yoksa dışlanır, diğerlerinin aldığı X marka kıyafetlerden Zeynep alamıyorsa dışlanır, diğerlerinin oynadığı savaş oyunlarını oynamadığı için bilmiyorsa Mehmet dışlanır. Bakın bu o kadar tehlikeli bir hale geldi ki popüler kültürün yoğun bir şekilde pompaladığı dayatmalar çocukları bile ikiye bölmüş vaziyette. Bu tehlikenin altını kalın çizgilerle çizmek istedim ki üzerine hepimiz düşünelim. Tüketim toplumu olmanın zararları çocuklarımıza kadar inmiş, bu tehlike çanlarının çalmakta olduğunu göstermiyor mu dersiniz?
Popüler kültür sızabildiği her noktaya işleyip insanlığı bomboş şeylerle meşgul etmekte maalesef; tv yayınlarında, sosyal medyada, akıllı telefonların içindeki sanal dünyada aklınıza gelebilecek her yerde karşımıza çıkarılan reklamlar, vitrinlerde adeta gözümüze sokularak dayatmaya çalışılan kendi anlayışlarının ürünleriyle her yerden kuşatmaktadır. Ve belli bir kitlenin de bu değişimleri çılgınlar gibi takip ettiğini, maliyeti ne kadar yüksek olursa olsun sırf o sosyal sınıfa ait olabilmek için altından kalkamayacağı maddi yükleri üstlendiğini görürüz. Diyelim ki çok ünlü Y marka akıllı telefonun yeni modelini alabilmek için satışından birkaç gün önceden başlayarak satış mağazasının kapısında yatan, açılır açılmaz akın edip binlerce lirasını sırf o markayı elde etmek için feda edenler tüketim çılgınlığının geldiği ibretlik boyutu hepimize gösteriyor.
Yalnız şunu unutmamalıyız ki insan sadece tüketmekten ibaret, makineleşmiş bir canlı olamaz. Kapitalizmin ısrarla içimizde keşfetmemizi istemediği o anlamı, benliğimizin temelini oluşturan şeyi, kendi gerçekliğimizi bütün bu kötücül çabaya rağmen biz daha ısrarlı ve kararlı bir biçimde aramalıyız. Belki – hatta büyük ihtimal – bir gruba ait olamamak da var bu işin ucunda fakat ‘’ben’’ olabilmenin zevkine varmak, bu özgürlüğü yaşayabilmek, köhnemiş düşüncelerle dolu, hatta düşünmeyi bırakmış karanlık bir güruha ait olmaktan kat ve kat evladır. Bunun yerine eğer illa ki bir zümreye ait olacaksa insan, kişisel aydınlanmasını yaşamış, her daim ilimin ve bilimin yanında olan, kendini kanıtlayan, her türlü tutsaklıktan azade özgür düşünce sahibi, hakça yaşamayı kendine felsefe edinmiş aydınların zümresine ait olabilmeyi düstur edinmeli insan. Ve tabii yine kendi hür düşüncesi ve iradesiyle karşı çıkabilmeli dayatılanlara.
Her birimiz içinde yaşamakta olduğumuz hayata elbette boş yere gelmedik. Mutlaka bu dünyaya, çevremize, insanlığa katacağımız bir anlam, doğanın bize bahşettiği böyle bir görev mutlaka var. ‘‘Tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?’’ diyen Soren Kierkegaard’ı hatırlayalım mesela. Bence gözlerimizi açtığımız her yeni sabahta kendimize sormamız gereken ilk soru bu olmalı.
Sizleri bu anlamlı soruyla baş başa bırakarak yazımı noktalamak istiyorum. Sizce Tanrı bizimle ne kastetmiş olabilir?