Şap şup şap şup. Yine yağmurlu bir gündü, nicedir kaldırım taşlarına rahat rahat basamamıştı çünkü her basışında taşların altında biriken yağmur suları bez ayakkabısını ıslatıyordu. Şap şup şap şup. Külotlu çorabının içine rüzgâr soğuk nefesini üfürüyordu, böyle havada etek giymeye karar verdiğine pişman olmuştu. ‘‘Hadi hızlı ol geç kalacaksın, zil çalmak üzere!’’ diye söylendi kendi kendine. Okula giden yokuşun artık sonuna varmıştı ki bahçede kimsenin kalmadığını gördü, saate bakılırsa ders zili çoktan çalmıştı. Daha da beter bir telaşla gümbürdeyen yüreği boğazına dolarak bahçeyi hızla geçti. İlk ders fencinin dersiydi. Ah ne de bayılırdı ya… ‘‘Acaba ilk dersi assam mı?’’ diye düşünürken vazgeçti. Sene sonuna varmadan kabarmaya yüz tutmuş devamsızlığı geldi aklına. Okula girer girmez alt kata indi, uzun koridorda yıllar geçmiş gibi gelen bir süre sonunda soldan üçüncü kapıya yönelip nefesini bir an sakinleştirmeye çalıştıktan sonra ‘‘laboratuvar’’ yazan kapının önünde durup yavaşça iki kez vurdu, tık tık. İçerde henüz derse başlamamış fakat sınıfa girmiş olan öğretmenin ‘‘girin’’ diyen sesini duyduktan sonra utangaç adımlarla en arkadaki gruba doğru yürüdü. Dalgayla karışık samimiyetle ‘‘Bakıyorum her sabah ki geç kalma ritüelini bugün de bozmadın Gülten. Bu istikrarını keşke derslerinde de görebilsek…’’ diyen öğretmenine içten bir sitemde bulunacaktı ki cümlelerini kendine saklamayı seçti. Hem ne diyecekti ki? En iyisi yüzünü kızartıp oturmayı bilmekti. Ama yine de arkadaşlarının yanında onunla böyle konuşmamasını tercih ederdi. Çünkü ders aralarında veya buldukları her fırsatta onunla alay edecek malzeme vermiş oluyordu ellerine.
Öğretmen derse başlamıştı nihayet fakat Gülten dersin başlangıcındaki utancından bir türlü konuya odaklanamıyor, kendisine soru sorulmasın diye içinden bildiği tüm duaları okuyordu. Arada bir kulağına çalınan: ‘‘kuvvet, sürtünme, cismin ağırlığı’’ gibi terimler ona hem yabancı geliyor hem de anlamaya çalıştıkça daha da büyük karmaşanın içine düşüyordu. Zil çalana kadar en arka köşede sinmiş, kimse onu fark etmesin diye bir böcek gibi küçülüp kalmıştı adeta. İlk teneffüs zili çaldığında kısmen de olsa bir rahatlama dolmuştu içine, bu dersi kazasız belasız atlattığına mutlu olacakken önündeki gruptan birkaç kişi alaylı bakışlarını ona dikip: ‘‘Keşke bu istikrarını derslerinde de görebilsek.’’ dediler öğretmeni taklit edercesine. İşte bunun olacağını biliyordu, yüzü kıpkırmızı, utançla bacaklarına indirdi gözlerini, şekilsiz, çirkin, leylek bacaklarına. ‘‘Bu çirkinlikle etek giymeyi bile hak etmiyorum ben, ne diye giydiysem!’’ diyen iç sesi aslında çevresinden ona yönelen eleştirilerin sesiydi, ama o bunun farkında değildi.
Bu iğnelemeleri duymazdan gelerek aynı alaycı bakışlar üzerine yapışmış halde yanlarından geçip gitti ve koridorun en sonundaki kızlar tuvaletine yöneldi. Dakikalardır geçmek bilmeyen utancın yüzünde bıraktığı emareleri silmek istercesine su çarptı birkaç kere, aynada acıyan gözlerle bakıyordu kendisine. Karşısındaki görüntü hiç mutlu etmiyordu onu kendini bildi bileli, bacakları ne kadar inceyse o kadar kalın ve kaba bir vücudu, çene kemiğinin boğulduğu top gibi yuvarlak bir yüzü vardı. Son yıllarda iyiden iyiye sivilce basan, zeki bakışlar yaymayan bu yüzden kendisi de nefret ediyordu. Diğerleri kadar güzel olmadığını biliyordu ve aynı zamanda onlar kadar akıllı, albenili, popüler olmadığını da. Aslında kendi kendine odasında takılırken ara ara komik, hatta kazara da olsa zekice denebilecek espriler yapabildiğini keşfetmişti fakat gel gelelim başkalarının yanında dut yemiş bülbüle dönüyor, ağzından iki kelime olsun zor çıkıyordu, özellikle utandığında. Zaten böyle durumlarda kimse onu dinlemeyi canı gönülden beklemiyor, büyük bir bıkkınlıkla başlarını çevirip o anda yapmakta oldukları şey her neyse ona devam ediyorlardı. Gülten’in içi dışı bir olduğundan duygularını saklamayı beceremiyor, bu nedenle diğerleri tarafından her gün bir şekilde mutlaka uğraşılacak bir malzeme vererek ortalıkta dolanıyordu. Bugünün malzemesi de belliydi, diğerlerinin hiç uğraşmasına gerek kalmadan alay edilecek konuyu öğretmen sabahın daha ilk saatleri onlara elleriyle sunmuştu. Gerçi hiçbir şey bulamazlarsa görüntüsüyle dalga geçerlerdi: fıçı, sıska bacak, leylek, top kafa gibi birbirinden saçma ve çocukça hitaplarla akşama kadar çevresinde dört dönerlerdi. Bütün gün, bütün gece kafasında yankılanıp duran bu sesler yüzünden hiçbir şeye doğru dürüst odaklanamıyor, dersin başına oturduğundaysa ‘‘Zaten yapamayacağım, aptalın tekiyim ben.’’ diyerek daha baştan pes edip kalkıyordu masadan. Bütün gün ruhlar âleminde yaşar gibi kendi kabuğuna çekilmiş oradan oraya geziniyordu. Diğerlerinin kurduğu her alaylı cümleden sonra daha da çok eziliyor, küçülüp, bir böcek kadar olup yok olmak istiyordu.
Diğerleri… Ah ne kadar da özeniyordu onlara. Okul üniforması giyseler dahi her giydikleri yakışıyordu tıpkı vitrin mankenleri gibi. Ölçülü ve biçimli yüzleri, ağız ve burunlarının küçücük ve zarif yapısıyla kutu bebekleri andırıyorlardı, hani o alsın diye babasına yalvardığı çok pahalı kutu bebeklere… Her ne kadar okulda herkes üniforma giyse de iş ayakkabı ve çantaya gelince kimin hangi sınıfa ait olduğu belli oluyordu. Pırıl pırıl parıldayan, fiyonklu, kırmızı rugan ayakkabılar, pembe beyaz spor ayakkabılar, winksli kızların yüzleriyle dolu okul çantaları ve kalem kutuları, özenle taranmış, örülmüş veya eksantrik topuzlar ve tokalarla süslenmiş saçlarıyla onlar sanki seçkin bir üst sınıftan gelmelerdi. Hem sadece görünüşleriyle de değil, isimleri dahi daha havalı olurdu: Cansu, İpek, Ceren, Hande olurdu onların adı, Hayriye, Satı, Fatma olmazdı. Sırf isimlerini söylemek bile kulağa hoş geliyordu. Bir de kendi ismi… Gülten. Hiç sevmezdi adını, ona rahmetli anneannesinden yadigâr bu isim çok demode gelir, çirkinliğinin, akıldan yoksunluğunun yanında diğerlerinin arasına karışmasına en büyük engellerden birini teşkil ederdi. Hatta bir dönem adıyla bile dalga geçildiği olmuştu: ‘‘Gül-ten Gül-ten, ıyy ne berbat bir isim’’ Hoş, böyle ablak suratlı bir kıza da Gül veya İrem gibi bir isimle hitap etmek oldukça tuhaf olurdu ama…
Onlar güzel oldukları için her şeyi yapmaya hakları vardı, bunların içinde başkalarıyla alay edebilmek, onları küçük düşürüp bir böcek gibi ezmek de vardı. Gülten’e göre ne muazzam bir güçtü bu. Güzel olmak onun nazarında birçok kapıyı aralayan bir anahtardı. Güzel olan dikkat çekerdi bir kere, mesela iki çocuk düşünün, biri ötekinden biraz daha güzel ve sevimli olsa hangisi ilk önce ve en çok sevilirdi?
İşte Gülten hep izleyen taraftı, kendisinden daha güzel, daha sevimli, daha akıllı olan başkalarının sevilmelerini, övülmelerini, onların başarılarını sessizce bir köşeden izlemekle yetinendi. Artık iyiden iyiye ona hayatta sadece bu rolün biçildiğini düşünüyor, hatta buna inanıyordu. Bu inancının etkisinden olsa gerek hiçbir şey için emek vermek gelmiyordu içinden, ne dersleri için ne de arkadaş edinmek için özel bir çaba sarf ediyordu.
Aynaya bakmış düşüncelere dalarken koridordan az önceki kızların gelişini duydu, yüzünü toparlayıp hızlıca dışarı attı kendini, kimseyle uğraşacak hali yoktu. Leylek boyunu iyice küçültmek istercesine büzülüp yorgun adımlarla yürüyordu. Bakışları hep yere sabitliydi, sanki başkalarıyla göz göze gelmesi yasaklanmıştı da onun da bu yasağı çiğnemekten korkar gibi bir hali vardı. Fakat baksa ne olacaktı ki? Alay edilmese dahi çirkinliğini yüzüne vuran başka güzel yüzlerle karşılaşmak ona acı veriyordu. Henüz teneffüsün bitmesine vakit varken bahçeye çıkmaya karar verdi. Her zaman sığınmayı sevdiği, bahçenin uzak bir köşesinde yer alan ve çevredekilerin pek dikkatini çekmeyen servinin altındaki banka oturup kendini dinleyecek ve çoğu zaman yaptığı gibi kendisiyle konuşacaktı. Ağacın üstünü tamamen kapatıp korunaklı, kuru bir alan meydana getirmesinden sebep yağmurdan pek az etkilenmişti burası, onun üzerindeki baskıdan kurtulup biraz olsun rahat hissedebildiği nadir yerlerdendi. Banka kurulup etrafını incelemeye başladı gözleriyle, bahçenin dört bir yanını saran kavaklar, serviler, bir köşesinde mor salkımlarını sarkıtmış yağan yağmura rağmen güçlü kokusunu yayarak onu mest eden leylak ağacı, onların diplerini bürüyen otlar, çalılar, ara ara serpiştirilmiş gülfidanları ne de güzel bir manzara oluşturuyordu. Gözlerini kapattığında serçelerin mutlu ötüşleri doluyordu kulağına, arada bir güvercinlerin guğurdamaları, kargaların gaklamaları da eşlik ediyor, eşsiz bir senfoni oluşturuyorlardı birlikte. İşte tam bu noktada, kendini biraz olsun gevşemiş hissedebildiği bu anda kuyruğu dik tutmak adına içine gömmeye çalıştığı duygular yavaş yavaş dirilmeye, yatağından taşan nehir gibi fokurdayıp açığa çıkmaya başladı. Zihninde yankılanıp duran hiçlik duygusu onu ele geçirmiş ruhuna azap veriyordu. Hiçlik kötücül duyguların içini kemirerek oluşturduğu nemli, küf kokulu, zifiri karanlığın hüküm sürdüğü koskoca bir boşluktu.
İşte o devasa boşluk öyle tehlikelidir ki insanın varlığı için, sonunda onu içine çekip yutan bir karadeliğe dönüşüverir. Gülten’in yüreğinde de yıllardır hüküm sürmekte olan o boşluk onu köksüzleştirmişti aynı zamanda, hiçbir yere hiç kimseye ait olamayarak kuru bir yaprak gibi savrulmasına neden olmuştu. Her şeyden önce insan yüreği sevgi isterdi. Sevildiğini bildiği yerlerde çiçek açardı ruhu, işte o zaman kuşlar gibi şakır, çocuklar gibi şen kahkahalar saçardı etrafına. Yaşamak böyle tatlı gelirdi, sevilmek, birilerine, bir yere ait hissedebilmek için başlıca etkendi. Gülten kendini bildi bileli yoksundu bu duygudan. Bir tek annesinden yüreğine doğru akan saf ve katıksız bir sevginin varlığını duyumsardı. Babası içinse o yoktu zaten, insan yok olan birini nasıl sevebilirdi?
İçini kaplayan o devasa hiçlik gün geçtikçe kendini daha da keskin bir biçimde hatırlatıyordu. Sızlayan yüreğini, – başkalarının yapmasını çok istediği fakat onların oluşturduğu boşlukta yankılanıp duran yalnızlığını – sarıp sarmalamak için gayri ihtiyari ellerini kalbine götürdü, bir başka kolların yapmasını dileyerek sarıldı kendine sımsıkı. Sanki bu şekilde o boşluğu doldurabilecekti, öyle sanıyordu. Düşünceleri kelimelere dökülüp haykırmaya başladı zihninin duvarlarında: neden neden neden?! İçindeki varlığını iliklerine dek hissettiği fakat bir türlü adlandıramadığı o değersizlik duygusu zehir olup yayılıyordu kanında. Değdiği her bir yeri yakıp geçen bir asit gibiydi.
Daldığı derin düşüncelerden sıyrılmasına neden olan ders zilinin çaldığını duydu. Hayatta bir şeyi olsun tadına vararak yapamayacak mıydı? En ufak huzuru olsun hep yarım mı kalacaktı böyle? Bahçe iyiden iyiye boşalmış, etraftaki üç beş kişi de okul binasının kapısına yönelmiş gidiyordu, derse gitmekle gitmemek arasında bocaladı. Kimseyle ne uğraşacak ne yüzlerini görecek hali vardı. Onu bu hayatta fazlalık gören her şeyden ve herkesten ölesiye nefret ediyordu. Ani bir kararla fırladı yerinden, koşarak sınıfa girip diğerlerinin meraklı bakışları arasında çantasını kaptığı gibi çıktı, ardından yükselen: ‘‘Aa dersten kaçıyor, arkadaşlar öğretmene söyleyin bakalım ne diyecek(!)’’ gibi alaylı sesleri ardında boğmak için çıkarken kapıyı çarptı ardından. Ne devamsızlığını düşünecek hali vardı ne dersleri. Lakin bir yandan içinden yükselmekte olan vicdan azabıyla gözleri dolmaya başladı, gözyaşlarından önünü göremez oldu. Hınçla bahçenin dışına atarken kendini: ‘‘Özür dilerim anne, çok özür dilerim.’’ diye sayıkladı bir süre. Sanki binlerce kere özür dilese bugünkü kaçışından sonra sınıfta kalmasına engel olacak, baştan aşağı kırıklarla dolu karnesi düzelecek, belki biraz daha fazla sevilmesine yardımcı olacaktı. Dikkatsiz ve hızlı adımlarla caddeye doğru çıktı, bez ayakkabısı her bir adımında daha da çok yağmur sularıyla doluyordu. Etrafı süslü dükkânlarla, gösterişli sokak lambalarıyla dolu bu caddeye dahi yakışmadığını, eğreti durduğunu düşünerek adımlarını olabildiğince hızlandırdı. Ara sokaklara dalıp kaybolup gitti. Kendini ömrü boyunca bulunduğu hiçbir yere yakıştıramayacak ve hep daha da uzaklara gitme hayalleri kuracaktı.
İşte böyle yollara düştü Gülten, sırtında çantası, yüreğindeki kırıklarla, dünyanın içine sığdıramadığı varlığını oradan oraya atarak avuntu aradı ömrü boyunca…