Bu sabah deniz çarşaf gibi. Çok uzakta birkaç balıkçı teknesi ağlarını topluyor, yavaş ve özenli. Birazdan balıklarını balık hâlinde satıp evlerine, ailelerine bir kez daha kavuşmanın mutluluğuyla koşacak, sevdikleriyle güzel bir kahvaltı yapacaklar. Her sabah işe giderken kaçımız belki de akşama dönemeyeceğimizi düşünürüz ki? Balıkçılar, denizciler ve de onların eşleri çokça düşünür bunu bence. Çünkü denizin şakası yoktur. Aniden çıkan bir fırtına her şeyi alt üst edebilir. Sabah vedalaşılarak çıkılır evden ama akşama eve dönülemeyebilir.
Sahilde otururken kafamın içinde laf lafı açıyor işte böyle. Gerçi nerede olduğum fark etmez. Yalnız insan ne yapar? Kendiyle konuşur. Ben de öyle işte… Kahvaltı dedim değil mi az önce? Ah ah! Bir aile sofrasında kahvaltı etmeyeli kaç zaman oldu, artık sayamıyorum. Kahvaltıyı hep çok sevdim ben. Cemal Süreya’nın dediği gibi: “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” Tek başıma olsam da her sabah kendime güzel bir kahvaltı hazırlarım. İki dilim ekmeğimi kızartırım. Birinin üstüne tereyağı ve reçel sürerim, diğerini de kayısı kıvamında pişirdiğim yumurtamla yerim. Biraz da zeytin, peynir, salatalık ve domates oldu mu, değmeyin keyfime. Sonra da alırım kitabımı ve çayımı, doğru sahile. Sahilde biraz yürüyüş yapıp mis gibi iyot ve yosun kokusunu içime çekince, biraz da yorulunca kendime denizi en güzel göreninden bir bank seçerim ve güneş yükselene kadar orada oturur, kâh gelene geçene bakar, kâh kitabımı okurum. Bundan on yıl önce böyle bir hayatı hayal etmiştim. Gerçekten her şey bir hayalle başlıyor. Henüz çocukların büyüyüp evden ayrılmadığı, rahmetli kocamın hayatta olduğu zamanlardı. Tabii o zaman hayalim böyle yalnız yaşamak değildi. İki kişilikti. Fakat mukadderat. Ara sıra çocuklar da gelirler; hem denize girerler hem de torunlarla vakit geçirmiş oluruz diyordum. Yine geliyorlar ama artık babaları yok. Elden ne gelir. Takdir-i ilahi insana hiç tahmin etmediği şeyler yaşatıyor. İşte hâl böyle olunca, ben de bir odasını kütüphane ve çalışma odası yaptığım iki oda bir salon bu evde, bu sahil kasabasında belki de ömrümün son demlerini yaşıyorum.
Bu yaşa geldiğinde insan dönüp de geriye bakıyor sık sık. Birçok pişmanlıkla yüzleşiyor fakat artık çok geç olduğu gerçeği tokat gibi çarpıyor insanın suratına. Düşünmemeye çalışıyorum ben de. Hayatımın içinden mutlu anıları bir cımbızla tutar gibi özenle seçip ayıklıyor ve onlarla avunuyorum. Nasıl olsa geri dönmek mümkün değil o günlere. Bari bu günlerin kıymetini bileyim diyorum.
İş güç yok artık. Bütün günler, bütün geceler benim. Canım ne isterse onu yapıyorum. Geç kalkıyorum, saatlerce kitap okuyorum, ara sıra gazete alıyorum, istediğim zaman yemek yiyorum, istemezsem yemiyorum, meyveyle, kuru yemişle geçiştiriyorum. Sağlıklı besleniyorum, her gün az da olsa yürüyorum. Ara sıra yüzüyorum. Birkaç tane de arkadaşım var. Bazen de onlarla buluşuyoruz. Daha ne olsun? Her şey tam da hayal ettiğim gibi. Rahmetlinin olmaması hariç tabii.
Salı günü Hülya kahveye çağırdı. Ben de öğleden sonra sahil dönüşü uğradım. O en sevdiğim zarif fincanında yapmış yine kahveyi. Sohbet eşliğinde kahvemizi içtikten sonra bir de fal kapattık; anlarmışız gibi. İnandığımızdan değil canım, tövbe tövbe… Maksat gülelim eğlenelim. Birbirimizin fincanına bir şeyler uydurup gülüyoruz işte. Bazen yol görüyoruz fincanda, bazen de balık. İkimizin de yola gidecek ya da kısmeti çıkacak yaşta olmadığımızı bile bile… Eğleniyoruz işte böyle birbirimizi.
Geçen gün Hülya, “Haftaya benim kızla torunlar gelecek.” dedi. Ben de, “Bir gün bana getir, benim su böreğini çok sevmişlerdi, yine yapayım onlara. Hem canları sıkılmasın, bir değişiklik olsun.” dedim. Çok tatlı kızdır Aylin. Benim kızların arkadaşı. Birlikte büyüdüler. O da benim kızlar gibi üniversitede bulduğu biriyle evlenip gitti kocasının memleketine. Ah ah, sen doğur, besle, büyüt, okut; ondan sonra da ver gönder ellere. Eskiden komşu köye kız vermek istemezlerdi gurbet diye. Şimdikiler Fizan’a gidiyor. Bize de hasretlik düşüyor. Artık hayat böyle, herkes yerinde, sağ olsun da ne yapalım. Özlesek de iyiler, mutlular diye avunuyoruz.
İki gün önce “Perşembe günü sana geleceğiz.” diye aramıştı Hülya. Ben de sabah erkenden kalkıp su böreği için hamur yoğurdum. Hamurları bezeleyip dinlenmeye bıraktım. “Bir de kekle kısır yaptım mı tamam.” dedim içimden. Ortalığı biraz toparladıktan sonra böreği hazırlayıp fırına attım. Sonra da bulguru ıslatıp salata malzemelerini yıkadım. Kurumaları için bir bezin üstüne serdim. Tam kek hamurunu çırpıp da kek kalıbını çıkarmıştım ki dışarıdan bir selâ sesi duyulmaya başladı. Yine gitti biri dedim öteki aleme. Allah mekanını cennet eylesin. Dur bakayım kimmiş diyerek kulak kesildim. Tanıdık biri mi acaba derken selânın sonunda “Eskili mahallesinden Hülya Demir vefat etmiştir, cenazesi ikindi namazına müteakip kılınacak.” demez mi? Kek kalıbı elimden büyük bir gürültüyle yuvarlandı ve ben de olduğum yere yığılıp kaldım. Bir süre kendime gelmedim. Kaç yıllık arkadaşımdı Hülya. Ortaokuldan beri tanırım. Yok yok, olamaz. Hem az sonra bana geleceklerdi. Yanlış duymuşumdur kesin. Dur bir koşu evine gidip bakayım…