Sarıyer’de…
Güldeste Hanım, pencereden dışarıyı izliyor, Boğazın mavimsi sularında usulca yitip giden balıkçı kayıklarına bakıyordu. Gün ortası bir vakitte kendini ilçeye hakim kılan kış güneşi, Boğazın dalgalı saçlarını şefkatle tarıyor, sahili huzura boğup, geleni geçeni kucaklıyordu. Güneş, şefkatini öyle cömertçe yaymıştı ki; tüm ruhuyla sahilin karşı kıyısına kadar boylu boyunca uzanmış, Beykoz’un belli belirsiz ince bir çizgide görünen kıyılarını Beykoz ormanlarının yeşil rengine bulamıştı. Sarıyer’in yalılarıyla dolu gösterişli kıyısından oraya uçuşup duran martılara, olasılıkla ev sahipliği yapıyor, misafirperverliğini sunuyordu. Kıyı boyunca uzayan yalıları selamlayan izleyiciler ise, bir sağa bir sola bakıp nerelere gideceğini bilmez, yaban ördeği sürüsü gibi paytak paytak uzaklaşıp gidiyorlardı… Güldeste Hanım gözünü bir oraya bir buraya dokundurup gezdirirken diğer yandan da kışın ortasında olduğu halde bir türlü yağmayan karı düşünüyordu. Geçen sene bu zamanlar ne güzel yağmıştı kar. Döndü hemen yanında bilgisayar oyununa kendini kaptıran eşine:
“Geçen sene bu zamanlar dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Sahil beyaza bürünmüş, kar heyecanı ile kendini dışarıya atan çocuklar mahalleyi neşeyle doldurmuştu. Bu sene ise havalar çok sıcak gidiyor. Ocak başındayız ama hâlâ kar yağmadı, güneş öyle yakıyor ki sanki dersin yazdan kalma bir gün… İklim dengesizliği insanı korkutuyor,” dedi. Eşi, gözlerini bilgisayardan ayırmadan, zoraki iki kelime diyebildi: “Evet haklısın” Kelimeler boğazından zor çıkıyor gibiydi. Güldeste Hanım eşinin hayattan bu kopuşuna alışmıştı. Ondaki bu yitik duruşa karşın, içinde kendi varlığını duyumsama ile ilgili, öğrenmeye ve bilgiye dair daha da yüksek bir coşku ve azim oluştu. Çalışma odasına yönelip, masasının başına geçti ve kitaplarına gömüldü.
Güldeste Hanım Bakülüydü. Üniversiteyi Bakü’de okumuş, yüksek lisansını da henüz tamamlamıştı ki eşiyle, sosyal medyada bir arkadaş grubu vesilesiyle tanıştı. Eşi, aslen Kayseriliydi ancak Hollanda’da doğmuş, büyümüş lisans eğitimini tamamlamış ve orada bir firmada çalışıyordu. Ailesinin durumu iyiydi fakat babasının işleri zamanla kötü gitti ve emekli maaşıyla kalakaldı. Babası bu durumu fırsat bilerek, içinde yıllardır kalmış olan memleket özlemini de gidermek için Türkiye’ye döndü. Sonra da memleketine yerleşmeye karar verdi. Bu arada Güldeste Hanım da Hollanda’da güzel bir kız bebeği dünyaya getirdi. İşte o gün, kendi çocukluğunun silik izlerini gözyaşları içinde yaşadı. Gözyaşları, sevinç ile kaygı, hüzün ile mutluluk arasında gidip gelen, gam yüklü bulutlar gibi ruhunu arındırmak istercesine akıyordu. Doğumunda yanında kimsesi yoktu. Bir yalnızlık hissetti önce sonra içinde buruk duygular, özellikle de annesine dair kötü anılar canlandı. Annesi salonun kapısının orada durmuş kendisine bağırıyordu:
“Güldesteee! Geri zekâlı, aptal ne yapmışsın sen böyle, evi darmadağın etmişsin. Gel buraya seni öldüreceğim!…”
Annesi Güldeste’yi çocukluğunda hiç mi hiç sevmemişti. En ufak bir yaramazlığına kızmış, daha da ileri gitse acımadan dövmüş, eve gelen misafirlerin yanında onu başından atmış, konuya komşuya küçümsemişti. Sevgisiz ve ilgisiz geçen çocukluğu, annesinin acı veren sözleriyle yok olup gitmişti. Geriye yalnızca derin bir sızı kalmıştı. Peki annesi ne yapıyordu acaba şimdi. Güldeste, dünyanın öbür ucuna gidince rahatlamış mıydı ki. Hem bak, ışıl ışıl bakan gözlerin sahibi olan o minik kızı yanında yoktu. O çocuk bir daha geri gelmemecesine hayatından çıkıp gitmişti.
Güldeste evlenmeye karar verdiği gün içinden yemin içmişti, artık ağlamayacaktı. Nasıl olsa adı anne olan, o kötü kadın bundan sonra hayatında hiç olmayacaktı. Şimdi kendini kırlarda, özgürce, o taraftan bu tarafa uçuşup duran kırlangıçlar gibi hissetmeliydi. Eğer bundan sonrası için de ona acı veren şeylerle bağını koparsa içindeki kanayan yaralar da iyileşecek, mutlu olacaktı. O nedenle Bakü’ye hayatının sonuna kadar bir daha asla dönmeyi düşünmüyordu.
İşte bu duygularla her hatırayı silik bir aynada bırakıp, arkasına bakmadan baba evini terk etmişti Güldeste. Doğru düzgün bir düğün yapmamış, önemli olan mutluluktur deyip, neredeyse hiç çeyizlik eşya da almamış, mini bir masrafla evlenmiş, Hollanda’ya gelmişti.
Maddi şeyler anlamsız ve gereksizdi. Aslında hayata anlam veren belki de tek şey mutluluktu. Mutluluk olmayınca ne önemi vardı ki paranın, eşyanın… Ve zaten evlilikte maddi beklentiler de olmamalıydı. Zira yüce dinimiz dünyevi olan şeylerin, insana doyum vermediğini, insanın hep daha fazlasını istediğini, o nedenle mümkün olduğunca nefsimizi doyumsuz, bencil isteklerimizden arındırmamız gerektiğini vurgulamıştı.
Güldeste, sonsuz affedici olan yüce Rabbimizin merhametine sığındığında kendini saran, koruyan maddi bağlar değil, aslında insanı hayata tutan güçlü bir maneviyat olduğunu fark etti. Lise yıllarında tesettüre bu duygularla girdi. Yolunu o – fasitlerin!- yolundan ayırdı ayırmasına da lakin hâlâ bilinmez bir boşluktaydı ruhu. Tek istediği şey yalnızca arınmak, acı veren kendi gerçekliğinden kurtulmak ve belki de yaşama güdüsü yüzünden direnmek, direnmekti… Tüm hayatı boyunca asla göremeyeceği kendi gerçeği ne zaman ki her defasında yüzüne çarpa çarpa canını yaksa o yine de insani erdemlerin izinde kalmaya devam edecekti. Ama eğer kötü anılarla dolu olan, yaşadığı yerleri; her yerinde sancılı dakikaların savaşını verdiği, insanlarının da çok ama çok kötü olduğu o ‘çirkin!’ kenti, Bakü’yü terk etse, gitse uzaklara, kaçsa ve daima kaçsa; mutluluğu işte orada, kendinin içsel yalnızlığında bulacak sonra annesinin “Sen hiçbir şey başaramazsın” sözlerine inat, okusa okusa… Sonunda üst bir kariyer edinecek ve çıktığı zirvede yüzüne bas bas haykıracaktı: “ İşte bak, ben senin hiçbir şey olamazsın dediğin kızınım anne, yüksek bir mertebedeyim. Hiçbir şey olamazsın diyordun. Oysa ben iyi bir yere geldim. Hem de kimsenin kolay kolay gelemeyeceği yere…” Annesine inat, saçma ve kötü, ahlaksızlığın günden güne çoğalıp gittiği o ‘fasit!’ topluma inat başaracak, bilginin olduğu yerde duracak ve sonunda hayal ettiği yere gelecekti. Böylece kendisini çocukluğundan itibaren aşağılayan annesine şimdi o erişilemez başarısı ile en iyi cevabı verecekti…
Güldeste’nin çocukluğu, ruhunda derin izler bırakan kötü anılarla doluydu. Geçmek bilmeyen günlerinin dört duvar arasındaki yaşanmışlıkları birbirinden kopuk görüntülerle sürekli olarak gözlerinde canlanıyordu. Bir çocuk için en önemli şey ebeveynlerine duyduğu güven duygusuydu. Eğer çocuk o güveni alamazsa yetişkinliğinde kendini, daima boşlukta, güvenilir bir yamaca sığınma gereksiniminde bulurdu. Güldeste’nin de annesi işte bir çocuk için temel ihtiyaç olarak değerlendirilen yedirme, içirme, barınmanın yanında asıl önemli olan şeyi; ruhun en büyük gereksinimi olan sevgiyi, ilgiyi vermemiş, ondan şefkatini esirgemiş, o küçük çocuğu psikolojik bir savaşa tabi tutmuştu. Zavallı küçük kızını başkalarının yanında azarlıyor, konuya komşuya da kötüleyip, durmadan küçümsüyordu. Çoğu zaman alışkanlık olmuş bir şekilde, istemsizce Güldeste’yi ablasıyla kıyaslıyor ve her zaman ablayı mantıklı buluyordu. Ablanın iyi davranışlarını aferinlerle ödüllendirirken Güldeste’nin iyi davranışlarını görmezden gelirdi. Güldeste’nin çocukluğuna dair özellikle de belli başlı bazı görüntüler hiç gitmiyordu gözlerinde. O görüntülerden biri de beş altı yaşlarında olduğu zamanlara ait olan bir anısıydı.
Bir gün Güldeste, her çocuk gibi masum bir oyun kurmuş oynuyordu. Evi dağıtmıştı. Annesi içeriye girer girmez gözleri iri iri açılarak, kan çanağına dönüverdi. Küçük kızcağızı omuzlarından tutup yere sert bir darbeyle fırlatıp, attı. Sonra ağzına geleni söylemeye başladı. Haykıra haykıra: “Seni sevmiyorum, Allah senin büyüdüğünü bana göstermesin, Allah canını alsın, sen işe yaramaz aptal bir çocuksun, geri zekâlı, keşke doğmasaydın….” diyordu. Acımasızca yüzüne gözüne sert darbelerle vurmaya, yerden yere fırlatmaya başladı. Öfkesi kontrolsüzdü. Çıldırmış gibiydi. Hıncını alamıyordu. Küçük kızın cılız gövdesi korkudan titriyordu. Ağlamaktan yüzü gözü kıpkırmızı olmuştu. Boğazını tıkayan keskin hıçkırıklardan uzun süre kurtulamadı.
Güldeste sık sık hasta olmaya başladı o günden sonra. Hastalık önce depresyon belirtileriyle başlıyor, sonra yavaş yavaş şiddetlenen baş ağrısı ile devam ediyordu. Ara ara midesi bulanıyor, gözleri kararıyordu. Bir nöbet gibiydi. Nöbet bu şekilde iki üç gün yoğun bir şekilde sürüyor, yataklara düşürüyordu. Çoğu zaman mide bulantıları yüzünden olduğu yere istifra ediyor, uzun süre kendine gelemiyordu. Babası Güldeste’yi doktora götürdü sonunda. Doktor Güldeste’nin çocukluk migreni geçirdiğini ve tedavisinin hayatı boyunca sürebileceğini söyledi. Hastalıktan sakınmanın yolu ise çocuğa ilgi ve sevgi göstermek olabileceğini de ekledi.
Hastalık günlerinde Güldeste, annesinin kendisine sevgiyle sarılacağını umardı ama anne, küçük kızını hasta yatağında yalnız bırakıp gezmelere gider, söylenerek gelir, evde kendi kendine konuşur ara ara ablasıyla ilgilenir, Güldeste’ye şöyle bir bakar, sonra mutfağa gider yemeğe koyulurdu. Güldeste’nin zamanı uzandığı çekyatta onun her hareketinin sonunda hangi işi yapacağı ile ilgili tahminleri çıkarsamakla geçerdi. Annesinin her kendisine yaklaşmasında sevgiye açılan bir kapı arardı gözlerinde lakin mutsuz bakan o soğuk gözlerde sevecenliğe, katı yüreğinde sevgiye ve ilgiye hiç yer yoktu. Ama çocuktu Güldeste, önünde sonunda o kapı bir gün açılacak ve kendisine, şu küçük kızın ince ayaklarına doğru sıcak bir sevgi akacaktı. Bu duygu, küçük çocuk için acı veren ve bitmeyen bir arayış olsa da annesinin gözlerinin içinde aradığı şey, Güldeste’yi kendi hastalıklarıyla başa çıkmada güçlü tuttu. O yaşlarda öğrenmişti hayallerin arasına yerleşen, bitmek tükenmek bilmez sevgi arayışının her şeye rağmen insanı hayata tuttuğunu, zira kimse bilemezdi bir çocuk asla pes etmezdi. Ve çocuklar her şeye rağmen hayal kurarlardı. Güldeste, olur da belki annesi hasta yatağında yatan bu acınacak durumda olan zavallı küçük kıza şefkat gösterir, her zaman soğuk bakan kahverengi gözlerinde, içini ısıtacak küçük bir sevgi ışığı görürdü; ümit ediyordu, her çocuğun hakkı olan anne ile çocuk arasındaki güçlü bağ olan sevgi bağını bir gün kuracaktı. Kimse bilmiyordu beş – altı yaşlarında bir çocuk odaklandığı noktadan uzaklaşamaz, sevgiye açılan kapının hemen dibine gelip de en sonunda açılacağını düşünür ve orada durup sonsuza kadar beklerdi. Ama ne yazık ki o kapının hiçbir zaman açılmayacağını ancak büyüyünce öğrenecekti. Annesinin daima kapalı olan sevgi kapısı, insanın hayallerinin ötesinde yer alan ‘güven dolu mutlu bir hayat’ düşünü, asla ulaşılamaz bir yerde, Kaf Dağının ardında bırakıyordu. Neyse ki babası şefkati ve ilgisiyle bu durumu nispeten kaybettiriyordu. Güldeste’yi tam da böylesi karanlık bir umutsuzluğa kapıldığı zamanlarda şefkatle sarardı. Onu, çocuk dünyasının ışıltılı diyarlarına götürür, oynatır, gezdirirdi.
Günler geçip giderken Güldeste birinci sınıfa başladı bile. Artık gerçekleri daha somut haliyle algılayabiliyor, olaylar üzerinde mantık yürütebiliyordu. Daha önce bu kadar çocuğu bir arada hiç görmemişti. Okulun ilk günü onlarca çocuğa bir anda karıştı ve içindeki korkuları bastırarak diğer minikler gibi ağlayıp mızmızlanmadan gününü geçirebildi. Sonraki günlerde de aynı şekilde devam etti. Bu güçlü duruşunun sebebi olasılıkla annesine olan umutsuzluğuydu. Annesinin hiçbir zaman yanında olmayacağını biliyordu. Tabi bu durum Güldeste’yi olumlu bir şekilde motive etmişti. Lakin Güldeste’yi olumlayan bu durum zamanla azaldı. Zira hemcinsi olan arkadaşlarında olup da kendisinde olmayan bir şey fark etti. Saçları… Evet Güldeste’nin saçları erkek tıraşı gibi kesilmişti. Arkadaşlarının saçlarında beyaz, kırmızı kurdeleli tokalar varken kendisinin tokayla tutulacak bir saçı yoktu. Tabi bir de saçları erkek gibi tıraş edildiği için kızlar onunla oynamak istemiyorlardı. Düşündü, annesi ablasının saçlarını da keserdi ama kendisininki gibi neredeyse saç diplerine kadar kesmezdi. Eskiden annesi ablasına tokalar alırdı ve Güldeste de saçlarının ablasının saçları gibi kalmasını istediğini söylerdi, hem kendisine de tokalar almasını istiyordu. “Tokaları ona aldım çünkü o okula gidiyor. Hem ablanın da saçlarını kestiriyorum, bak onun saçları da kısa.” demişti. Ama ablasının saçları kendi saçları kadar kısa kesilmemişti. “Peki annem niye benim saçlarımı bu kadar kısa kesiyor?” diye sordu kendi kendine. Çocukcağız okul öncesinde bir çocuk ortamına neredeyse hiç karışmamıştı o nedenle de tüm kızların saçları kendisininki ya da en fazla ablasınınki gibi diye düşünüyordu. Güldeste’nin eve gelince ilk işi annesine neden saçlarının hep kestirildiğini sormak oldu. Annesi “Çünkü senin saçların çok gür ve taramakta zorlanıyorum” dedi. Fakat bu cevap Güldeste’nin hoşuna gitmedi zira eğer bu cevaba inanırsa sonsuza kadar ümitsiz olacaktı. Ağlamaya başladı. Saçları erkek tıraşı gibi olduğu için kızların onunla arkadaşlık yapmak istemediğini söyledi.
O gece nasıl uyuduğunu hiç bilmiyor Güldeste ama okulda geçirdiği diğer günlerde arkadaşlarıyla arasının nasıl da birbirinden iyice uzaklaşan ve arada derin bir uçurum bırakan iki kıyı gibi olduğunu acı ile öğrendiğini tüm hayatı boyunca unutmadı. Çocuklar artık Güldeste’yle oynamak istemediklerinden eminlerdi. Çünkü o çirkindi ve bitliydi. Yoksa saçları hep öyle kısa kestirilmezdi.
İleriki günlerde artık okula gitmek istemedi çocukcağız. Annesi okula gitmek istemeyen kızını hemen hemen her gün ağlasa bile gönderdi. Zavallı küçük kız en sonunda bir gün teneffüste kendini okulun tuvaletine kilitledi. İçeri zili çalıp da herkes sınıflara girince Güldeste sırasında yoktu. Öğretmen telaşlandı. Bahçeye, koridorlara, tuvaletlere bakıldı. Sonunda kilitli tuvalet fark edildi ve öğretmen Güldeste’yi sınıfa aldı. Teneffüste Güldeste’yle konuştu. Küçük çocuk gözyaşları içinde anlatmaya başladı. “Arkadaşlarım benimle oynamak istemiyor, herkes saçlarım kısa kesilmiş diye bitliyim sanıyor ve benden kaçıyor, üstelik de tembel olduğumu söylüyorlar. Bitli kızlar tembel oluyor ya hani…” hıçkırıkları dinmiyordu. Öğretmen annesiyle konuşacağını ve artık saçlarını kestirmesine izin vermeyeceğini söyleyip rahatlattı kızcağızı. Ertesi gün öğretmen annesini çağırdı ve keskin bir sesle bir daha katiyen Güldeste’nin saçlarını kestirmesine izin vermeyeceğini söyledi.
O sene yaz tatiline kadar saçları kesilmeyen Güldeste ta ki yaz tatiline girince yeniden annesinin gazabına uğradı. Havaların sıcak olduğu bir temmuz günü, anne alnını çatarak aynanın karşısına geçip de saçlarını tarayan küçük kızına kızgın gözlerle bakıyordu. Hemen sonra tarayıp durduğu o siyah gür saçlarını kestireceğini söyledi. Güldeste, içinde korku bırakan erkek tıraşı olma kaygısıyla bir anda döndü ve yalvaran gözlerle “Hayır! hayır anne, asla olmaz. Saçlarımı kestirmene izin vermeyeceğim. Öğretmenim ne dedi, sakın Güldeste’nin saçlarını kestirme dedi.” Ama anne kararlı bir şekilde yanına geldi ve bileklerinden zorba bir kuvvetle tutup çekti: “Gel dedim çocuk, banyoya gel de buralar saç kılı olmasın” diyerek kendine minik bir serçecik gibi karşı koymaya çabalayan küçük cılız kızcağızı çekiştirerek banyonun kapısına attı ve makası almaya gitti. Annesinin gidişini fırsat bilen Güldeste, salona kaçıp saklandı. Eğildi ve her zamanki yerine, çekyatın pencereyle arasındaki boşluğuna doğru sıkıştı. Kendini iki büklüm yaparak nefesini tuttu ve beklemeye koyuldu. Ortalık ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. Evde kendisini annesine karşı onu koruyacak babası yoktu ablası da… Ablası yaz kursuna gitmişti. Ev ürkütücü bir sessizlikteydi. Güldeste, sessizliğin içinde bir katilin adımlarına benzeyen ve gittikçe yaklaşan ayak seslerini duydu. Sesler sinsice yaklaşıyor ve her adımda küçük kız gözlerini biraz daha korkarak kısıyordu. En sonunda çekyatın yukarısında avını yakalamanın sevincini ve üstünlüğünü yaşayan acımasız bir katil gibi sırıtarak yaklaşan annesi, Güldeste’nin küçücük kafasından ve boynundan tutup, yavru bir serçecik gibi yukarıya doğru uzatarak, o sıkışık yerden çıkarmayı başardı. Zavallı yavru kuş çırpınıyordu. Bağıra bağıra “Anneeee! Lütfen yapma, yapma anne canım acıyor lütfen kesme saçlarımı…” diyerek bağırıyor bir yandan da ağlıyordu. Çocukcağız eliyle, koluyla, ayaklarıyla sürekli karşı koyuyordu. Annesinin aklına bir fikir geldi ve bileklerinden tutup koridordaki çekmeceli komedinin yanına getirdi. İçine ıvır zıvır şeylerin doldurulduğu çekmeceyi açtı ve kalın bir ip çıkardı. Önce Güldeste’nin ellerini bağladı sonra ayaklarını. Küçük kızını kucağına aldı ve sandalyenin olduğu odaya getirip oturttu. Çocukcağız korkudan kıpkırmızı olmuş, gözyaşları küçücük yüzünün tepelerinden, çenesine, oradan boğazına doğru incecik, berrak bir pınar gibi akıyordu. Annesinin makası getirdiğini gözleriyle takip etti. Hıçkırıklarla ağlıyor bir yandan yalvarıyordu. Çocuk, her ayrıntıyı çok özel bir anı gibi saklayacaktı. Annesinin bulduğu beyaz bir çarşafı zavallıcığın incecik boynuna dolayıp, şefkatli bir berbere dönüştüğünü de… Sonra saçlarını kökünden bağlayıp makası getirdiğini. Güldeste’nin boynuyla her karşı koymasında kafasına vuruyordu annesi. Sonunda makasın sesini duydu. Annesinin elinde bir tutam siyah saç vardı. Işıl ışıl parlıyordu saçları. Ne güzel saçlarım var dedi içinden. Küçücük gövdesi acı çeken bir sığırcık gibi kasılıyor, gözyaşları oluk oluk akıyordu. Yüzü iyice morarmış arkada bağlı olan elleri iyice bitkin düşmüştü. Sonra annesi saçlarını biraz daha kesti. Oval alnının üzerine özgürce akan kâkülleri de dibine kadar kesti. Kafasının etrafını iyice düzenlemeye uğraşıyordu. Annesinin alnını çatmış hırsla saçlarının eğriliklerini almaya çalışan görüntüsü hafızasında hep aynı şekilde kaldı. Ellerini ayaklarını açana kadar sürdü bu. Ve Güldeste artık serbestti. Özgürce koşup oynayabilir, çekyatlarda zıplayabilir, her çocuk gibi dilediğince hayal kurabilirdi.