“Bana yeniden şarkılar söyleten kadın,” diyordu Mazhar Alanson o şarkıda. Cümlenin sahibi ben olsaydım, şarkılar yerine şiir demiş olurdum. Söylemek fiili yerine de yazmak fiili uygun görünüyor. (Hikayenin kadını karşımda olsa, ona yazdığım şiiri kendisine okurdum dememe gerek var mı hiç?) Ama başka türlü bir hikayede, yirmi yıl önce şiirini kaleme aldığın, kağıda döktüğün birine yine/yeniden gönlünden söküp yirmi yıl sonra tekrardan şiir yazmak da mümkün. “Bir insan bir yürekten iki defa vurulmaz” diyen Karadeniz şarkısını ille de hayata tatbik edecek kadar saf olmak gerekir böyle bir şey için ki asla tarzım değildir öyle şeyler! Biz dönelim aslolan, yeniden şarkılar söyleten, şiirler yazdıran o acayip kadınlı hikayemize. Olsaydı sahiden de öyle biri, yeniden’leri çoğaltırdı da kendisi. Ben öyle bir hikayenin kişisi olsaydım, “Beni yeniden sevmeye cesaret ettiren kadın”, “Bana güvenmeyi yeniden öğreten kadın”, “İnsanlara inanmaya hiç niyetim yokken beni yoldan çıkaran kadın” gibi cümleler de hayatımın akışına giderdi gibi görünüyor. Şimdi, “gibi”yi çokça kullanmam da hayatımın bir sonucu gibi. Kesinlikten uzak tutuyor beni kimi/bazı yaşanmışlıklar ki âh o sonu travmatik kötü sanışlarım, inanışlarım, aldanışlarım… Bilirsiniz işte, güvendiğin dağlar beyaza bürünür kimi zaman. Tutunduğun dallar kırılır falan, hiç de ummazken sen öyle bir şeyleri. Hani senin dalındır ya o dal! Refik Halit’in soyadını tersen okumanın tam da yeridir şimdi! “…senin dalın” diye ekleme de yapınca devamında, mevzu yerinde bir ifade kazanmış olurdu. Hem sevdiğim iyi bir yazardır kendisi. Tanışmak kısmet olmadı ama. Neyse ki Ömer Lütfi Mete’yi ucundan yakaladım! Uçurumun kenarında yaşam sürmek gibi ortak bir yanımız da vardı üstelik. O, Gülce’nin derdine seslendi Hızır’a, ben… (neyse!) Ama “Yetiş ya Hızır!” haykırışları sonunda ve her defasında yalnız bulunca kendimi, “Hızır gelmeyecekse Azrail gelsin” duasını da çokça söyletti şu hayat bize. Duanın kabulüne kabulüm halen de geçerlidir. “Uzatma dünya sürgünümü benim” diyen şairin de ruhu şâd olsun yeri gelmişken. O da Muazzez’in kurbanıydı rahmetli. Dağıttım farkındayım. Akşamları geliyordu değil mi o incir kuşları? Kuşları da pek bilmem ben. Severim ama kanatlı şeyleri. “Takınsam kanat manat / Kuş muş olup seğirtsem…” diyordu dünya bıkmışlarından Necipçik! Ama onun her şeyi soracağı Abdülhakim Arvasi diye bir hocası/şeyhi vardı. Biz kime neyi soralım? Hem kimim ki ben zaten, öyle değil mi be koca evliya! Kimin kimiyim, kimin için neyim ki? “Arzı boynuzunda taşıyan öküz / Eşyadan muhacir, dünyadan öksüz / Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader” diyebilecek biri işte. Koca Fatih’e “Kimsesiz kaldım, yetiş ey kimsesizler kimsesi.” dedirten hayat, bize neler söyletmezdi ve zaten söyletti de. Kim duydu, kim anladı? Anlaşılmak gibi derdimiz de kalmadı anlayacak seviyede bir muhatap göremeyince. Evet, dağıtmaya devam ediyorum sanki! Mazhar Alanson’dan Fatih Sultan Mehmet’in şair kimliği olan Avni’ye ben ne ara geldim? Buradan nasıl toparlanır şimdi hiç bir fikrim yok. Üstelik kimi romanlardan atıflar yapmak da bir yandan beni zorluyorken. Yapmamak için gerçekten direniyorum. Kime ne şimdi Mario Puzo’nun romanında geçen, benim için acayip güzel bir cümleden! Ve bittabi bizim cümleler bile sahipsizken. Bak ama şimdi, “Kimsesiz kaldım” diyen Fatih’in sevdalısı Zeynep Hatun (bilinen ilk kadın divan şairimiz) onun için Yusuf’lu bir şiir kaleme almıştı. (Yusuf Züleyha hikayesine girmeyeceğim merak etmeyin.) Şöyle bir şiirdi o:
“Şehâ bu sûret-i zîbâ sana Hak’dan inâyettir,
Sanasın Sûre-i Yûsuf cemâlinden bir âyettir.
Senin hüsnün, benim aşkım, senin cevrin, benim sabrım,
Demâdem artar, eksilmez, tükenmez, bî-nihâyettir.”
Ne diyorduk yazıya başladığımız yerlerde? Ha evet; yeniden şarkılar söyleten, şiirler yazdıran bir kadın vardı. Size onu anlatacaktım. Daha doğrusu, varlığını “mış” gibi yapıp (aslında olmayışını varmış gibi yapmak oluyor ama oladabilir, bir gün karşıma çıkadabilir, belki çıkmıştır ama belki ben fark etmemişimdir, belki çok şey de yaşamışızdır. Neyse; onunla sadece ikimiz aramızdaki hatıra olası güzel şeylerden bahsedeceğim.
“Bir kez olsun görmek değer ölmeye” diyebileceğiniz biri, başka birileriyle bir ömür sürmüş olup… “Altının değerini sarraf bilir” diye bir şey demişlerdi sanırım. (Öyleyse altın niye sarrafta değil ki!) Ama görmenin ölmeye değeceği biriyle mutlaka bir köprüde isimlerinizin yan yana gelmesi gerekir. Bir ağaca kazımak yoluyla da gerçekleştirilebilir ama ben tabiata zarar vermeye karşıyım. Hem hazır hikayeleştirdim köprüde yan yana gelme işini yazmış olduğum son romanda. Yayınlanınca okuyun ama lütfen. Fakat o çok güzeldi ve güzelliği sevmekten de sevilmekten de fazlasını gerektiriyordu. Ben de öyle yaptım. Sevmekten fazlasını yaptım, sevilmekten fazlasını sundum ona. Nihayetinde aşkı yaşamış birçok insan vardı şu dünyada. Ama o benzersiz güzellikte biriydi. Kokusundan mı nedir bilmiyorum, sarıldığım zaman bırakamıyordum mesela. Bir keresinde rüyamda parfümümden sıkmadan gitmiştim yanına. Heyecanla olsa gerek, unutmuşum işte. Bunu ona söylediğimde, “Öyle olması daha güzel” demişti. Sanki o da benim ten kokuma ilişkin iyi şeyler düşünüyordu rüyalarımda. Gözlerinin rengini söyleyemem şimdi burada ama acayip güzeldi. Sahip olduğu rengiyle birlikte renk üstü bir güzelliğe sahipti. Sevişime ya da o anki davranışıma olduğunu tahmin ettiğim aşkla karışık şaşkın bir bakışı oldu ki o bakış, yıllar yılı hep gözümün önünde varlığını sürdürür. Bir kere daha o bakışa muhatap olmak için neler neler etmezdim. “Her an gözümde perdesin / Nere baksam sen ordasın” diyen Neşet Ertaş’ı kim benim gibi/kadar anlayabilir ki? Elleri desem şimdi benim bile üslubum zorlanır. Az biraz tutmuşluğum oldu üslubumu yetersiz yapan o elleri. Ama yine en iyi ben anlatırım onu. Aynaya bakıp da gördüğünden, aynaların da onda gördüğünden çok daha fazlasını anlatırım üstelik, her ne kadar aynılık ifade etse de aynalar. Sahi, “taayyün” kelimesini benden duyup öğrenmiş ve yeni bir şey öğrendim demişti bir zamanlar. Ona bir şey katabilmenin zevkini bile tattım ben şu hayatta. Onunla ilgili, onlu güzellikler tattım. Bir ömür baktığı yerde yaşamış olsaydım ya bir de! Hem benim baktığım yerde de o olacaktı. Acayip bir şey bu, öyle değil mi?
Size bir sır vereyim mi şimdi yeri gelmişken; ben bir keresinde onun benim için yapmış olduğu kahveyi içtim. Üstelik hangi çikolatayı sevdiğini bile öğrendim.
Şimdi değerli dostlarım, “yine bir keresinde” demek üzere; o güzel şeyi ve onunla ilgili beni anlatmaya devam etmeyi sonraya bırakalım mı? İtiraf etmem gerekirse, yeterince anlatamam kaygısı da var içimde; her ne kadar itiraflar itiraza meyletse de. Ama ben size acayip mükemmel şeyler anlatacağım, görün bak; yani onu işte…
Bu arada “değmezleri aşktan yana birer birer terk eyledim” ve “sığındığım her limandan tekrar ona çark eyledim.” Yani çok şeyi fark eyledim, biraz ciğer yanığına mal olsa da öyle oldu. Sahi, önceki yazımızda “Uğrunda ciğeri yaktık da kokusunu duyan olmadı.” diye söylemiştik. Aslında ben bir mantar toplayıcısıyım, bilen bilir beni ama yazı yazmamı isteyenler oluyor. Ben de talebe binaen yazıyorum. “Talebena vecedena” (isteyin vereyim / Bakara Sûresi 282) diyor ya ayet, nasıl inanmışsam öyle; benden bir şey istenince kilitlenip kalıyorum. Aman aşk falan istemeyin sakın! Yazı olur, şiir olur; elimden geldiğince. Mantar da olur bak. Birlikte bile toplarız hatta. Koklarız da. Çay demlerim, kahve pişiririm, güzel ızgara yaparım (güzel yaptığım söylendiği için hani…) Mutfakta hünerliyimdir de ayrıca. Baya işe yararım anlayacağınız. Bunlar hep olur. Ha bir de iyi gezdiririm. İsteyene on sekiz bin âlem, isteyene memleketin muhtelif güzel yerleri…
Fakat o çok güzeldi işte.
Her daim sevdiklerinizin düşlerinde olun, hatta gülüşlerinde, hatta bakışlarında, hatta yanında… Ve hatta, sevdiğiniz sizinle ilgili herhangi güzel bir şey için; “deniz kıyısında yürümek gibi” diye bir benzetme yapsın. Olun işte siz ya!
Yüreğinize kaleminize sağlık 🌸
Teşekkür ederim. 🙏