Her biri birbirinin kopyası olan, milyonlarca kadın ve erkek bedeni aşk adı altında tamamen hazlarına teslim olmuşlar. Ama hiçbirinde aşk yok. Benzersiz, derin, estetik bir aşk yok. Estetik kaygısı veya aşksal anlamda bir çağrışım yok.
Çağımızda, İlahi Komedya’nın ilham kaynağı olan Beatrice seviyesinde bir kadın çıkmıyor ve onu yazan Dante gibi bir yazar da çıkmıyor. Dante gibi bir aşık da çıkmıyor. Günümüzdeki ilişkiler sadece klişe flörtlerden ve günübirlik maceralardan ibaret; estetik ve sanatsal bir aşk bulmak neredeyse imkansız. Ve acı olan kişilerin, tarafların ve eşlerin böyle bir beklentisi de yok. Salt tüketim ve tedarik mantalitesi ile bir devinim yaşanıyor. İzliyoruz. Bu dönemde aşkı gerçekten yaşayabilenler, eski zamanların ruhunu taşıyanlardır. Diğerleri ise bu duygunun kokusunu bile alamazlar.
Çünkü günümüzde beklenti ve beklenen haz, aşk seviyesine terfi edemiyor; rafine, estetik ve seçkin bir hale gelemiyor. Tarafların duygusal kalitesizliği ve hazıra konma arzuları her şeyin önüne geçiyor.
Acı, beklemek, imkansızlık ve zaman gibi zorluklar yok. Büyüsüz, aşksız, ruhsuz ve kokusuz bir zaman bu. Zamanın ötesin, robotların yükselişinden önce gerçekleşen kodlanan, sadece arzulanan bir aşk diyarının devri. Ne kadar acı. Hasbelkader güzel görünenler bile ‘plastik çiçek’ görkeminde. Cerrahinin bu kadar gelişmiş olmasına şaşırmamak lazım. Hakiki aşk, zorlukların içinde yoğrulur, şekillenir ve estetik bir değer kazanır. Ancak çağımız, bu büyüyü yaratmaktan aciz, plastik ve suni bir dünyanın parçası olmuş durumda. Ah kimsenin vakti yok durup bazı şeyleri düşünmeye.
Ayn Rand’ın felsefesini anımsatan bir perspektiften, bireylerin kendilerine olan güveni ve yaşamın anlamını arayışları, aşkın estetik bir değer kazanmasını sağlar. Ancak modern toplum, bu derin arayıştan uzak, yüzeysel ve geçici zevklerin peşinde koşmaktadır.
İnsanlar, ruhlarını ve tutkularını keşfetmek yerine, sahte mutluluklar ve kısa süreli tatminlerle avunuyorlar. Arzuladıkları anlık mutluluklar da gerçekleşmeyen aşk olarak kalıyor geri dönüşüm kutusunda. Gerçek aşk, ruhun derinliklerinde, estetik ve anlam dolu bir yaşamın içinde saklıdır. Karşılıklı ama beklentisiz bir hissiyatın değeridir.
Ancak, plastik dünyamız bu derinliği ve anlamı sunmaktan çok uzak. Bu plastik dünya, bireylerin içsel zenginliklerini ve gerçek tutkularını keşfetmelerine izin vermiyor; sadece geçici hazlar ve yüzeysel tatminler sunuyor. Çünkü bireylerin taleplerini çoğunlukla bu yöndedir.
Yalnızca gerçek zorluklar ile meydan okumalarla gelen mücadeleler ve içsel, bencil olmayan beklentilerin sağladığı değerlerle yoğrulan aşk, estetik bir anlam kazanabilir. Modern çağın sunduğu kolaylıklar ve sahte parlaklıklar, aşkın bu derinliğini ve anlamını ortadan kaldırıyor. Yüzeysel melodiler, içi boş şarkılarla da bunu destekliyor.
Oysa ki, gerçek aşk, acının, bekleyişin ve imkansızlığın şiirselliğinden doğar. Bir mana ile binlere, hak edenlere veya arayanları bulur. Bu tür bir aşk, bireyin en derin arzularını ve sade tutkularını ortaya çıkarır, onu yüceltir ve ona gerçek bir anlam kazandırır. Kesinlikle olmayan bir amacın gölgesinde bir şövalyelik kazandırır.
Ancak, bugünün dünyası, bu tür bir aşkı beslemekten uzak, suni ve koşullu bir varoluş sunuyor. Koşullu ilişkilerle yetişmiş bireylerin koşullu alışkanlıkları bütün konuların ana hatlarını dağıtıyor. Anlık, günlük, haftalık hislerle insanlar, bu sahte dünyada, gerçek aşkın ne olduğunu bile anlayamadan yaşamlarını sürdürüyorlar. Yirmi beş yaşında öldükleri hayatlarında bedenlerinden ruhları kaçınca gömülmek zorunda kalıyorlar.
Eski zamanların ruhunu taşıyanlar, bu estetik aşkın ne olduğunu bilirler; onlar, haz ile aşk arasındaki farkı anlarlar. Ancak, bu eski zaman ruhunu taşımayanlar, gerçek aşkın büyüsünü ve derinliğini asla kavrayamazlar. Çünkü, bu büyüsüz, aşksız, ruhsuz ve kokusuz zaman, onların ruhlarını köreltiyor, tutkularını bastırıyor ve onları yapay bir dünyaya hapsediyor. Bu yüzden, gerçek aşk, ancak bu plastik dünyadan sıyrılıp, duygusal zenginliklerini ve gerçek arzularını keşfedenler tarafından yaşanabilir.
Arthur Schopenhauer’un aşk üzerine düşünceleri bu tabloya daha da karamsar bir boyut ekler. Schopenhauer’a göre, aşkın arkasında yatan temel dürtü, türün devamını sağlama içgüdüsüdür. Bu eşiktir. Bu kendi devrimde bir gözlemdi. Bu içgüdü, bireyin bilinçli arzularını aşan ve onu yönlendiren bir güçtür. Bu asırda belki de aşk tüketmek, tükenmektir.
Aşk, Schopenhauer’a göre, genetik mirasın ve türün hayatta kalmasının hizmetinde olan bir yanılsamadır. Bu perspektiften bakıldığında, modern çağın plastik dünyası, bu içgüdüyü bile tatmin etmekten aciz, izafi bir varoluş sunar. Schopenhauer, aşkın arkasındaki bu kör gücü vurgularken, günümüzün yüzeysel ilişkileri bu kör gücün bile hakkını veremeyen, duygudan ve saffetten yoksun bir sahtekarlık içinde debelenir. Bu nedenle, gerçek aşkın estetik ve anlam dolu doğası, hem içsel mücadelelerin hem de Schopenhauer’un dediği gibi, insanın varoluşsal acısının derinliklerinde saklıdır. Katılır mısınız bilmem ama şu bir gerçektir ki tükeniyoruz.