Dünya üzerinde bulunan milyonlarca farklı hayat, milyonlarca farklı karakter ve gene milyonlarca farklı aşk hikâyesi… Tüm bu aşk hikâyelerinin ortaklaşa buluştuğu ve ayrı düştüğü noktalar… Acaba tüm bu hikâyeleri görebilme şansımız olsaydı en çok hangisinden etkilenirdik? Kavuşulamayan aşklar mı olurdu en etkileyicisi yoksa mutlu sonla bitenler mi? Dünya üzerindeki tüm insanları tek bir ortak noktada buluşturabilecek kadar kuvvetli olan bu duygu, dışarıdan bakıldığı zaman sadece hormonal bir durum olarak adlandırılır; ancak altında yatan gizli gerçekler her zaman dışarıdan göründüğü kadar yürek ısıtıcı olmayabilir.
Bilimsel olarak bakıldığında, halk arasında “aşk” dediğimiz duygu, yalnızca vücuttaki oksitosinin yüksek miktarda salgılanması sonucu karşı tarafa duyulan yoğun ilgi olarak açıklanır. Peki, bu kadar basit ve on üç kelime ile açıklanabilen bir duygu nasıl olur da insanın vücudundaki karar alma, düşünme ve hareket etme gibi neredeyse tüm yeteneklerini ele geçirir ve aynı kapatılan bir yol gibi tüm bu yeteneklerin önüne engel koyar? Nedeni, belki bazıları tarafından bilimsel açıklamalar ile desteklenir ya da bazıları sadece duygu der geçer; ama şöyle bir gerçek vardır ki bu üç harfin ardında yaratacağı enkaz herhangi bir bilim ile açıklanamaz, çünkü vücuttaki oksitosininden dopaminine her hormonun etkisi geçer; ancak o kalp, yaşadığı acıyı vücut hangi hormonu salgılarsa salgılasın asla unutmaz.
Her gencin hayatına giren o ilk aşkı, istisnasız her hikâyede önce baharı getirir insanların hayatlarına; ama unutmamak gerekir ki her baharın bir kışı mutlaka vardır ve ne yazık ki bazı kışlar çok sert ve yıpratıcı geçebilir. Elbette ki benim de büyürken yaşadığım zorluklar, uyuyamadığım geceler, üstüne saatlerce ağladığım olaylar oldu; ancak şimdiye kadar yaşadığım hiçbir olay, onu kaybetmiş olmanın verdiği yük kadar ağır gelmedi. Benim için yaşadığım en zor kış, işte tam o 17 Ağustos gecesi başladı ve tam 1 sene sürdü. İşte bu sebepten nefret ettim kendimden, hep çok kızdım. Onu, kendimi sevmeyi bile unutacak kadar çok sevdiğim için; gittiğinde kendimi çok çaresiz hissettiğim için; onu severken kendimden bile korktuğum için; koskoca bir sene boyunca tek bir düzgün uyku uyuyamadığım için ve onun bunların hiçbirinden haberi olmadığı için hep kendime çok kızdım. Ancak tüm bunların sonunda elimde kalan sadece kırılmış bir kalp ve yarım kalmış bir hikâye oldu. İşte bu sebepten Ozan Bahar’ın da dediği gibi, “Siz kendinizden bile korkarken, kaçarken sizden kaçmayacak birini bulabilmek biraz da şans işidir” ve ne yazık ki bu şans herkesin yüzüne gülmez çünkü her insan kendine verilen bu değeri kaldıramayabilir, altında ezilebilir ve nihayetinde kaçabilir.
İşin sonunda biten her hikâye belli bir zaman sonra kendi enkazı altında yok olur gider. Burada en önemli olan konu ise ilerde, tüm yaralar sarıldığında ve tekrar başlamaya karar verildiğinde yaşanabilme ihtimali olan o güzel olasılıkların ilk yapı taşlarını o karanlık enkazın üstüne atmamak. Nihayetinde zemini kötü olan her bina, küçük bir sarsıntı dahi olsa yıkılır. Ki hayatın akışında küçük sarsıntılar bir yana büyük depremlerden hasarsız çıkmak imkânsızdır ve bu sebepten geçmiş enkazların, gelecek depremlerde karşımıza çıkıp tekrar ve tekrar hasar vermesine engel olmalıyız. Ne de olsa bir olay ne kadar ağır, ne kadar kötü olursa olsun mutlaka atlatılır ve toparlanmaz denilen her enkaz mutlaka toparlanır.