Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında. Öylece bir anın akıl almaz sınırında… Günlerden bir gün, her gün gibi yahut her birinden farklı… Penceremde duran sineklik, önümde koca bir parmaklık gibi uzanıp da manzaramı kapatınca, bir çırpıda tutup çekiverdim. Sanki dışarının sesini de kesen oymuş gibi, sesler daha bir yükseldi. Saat sabah 5:00 civarıydı ve üşüyen sırtım için kalkıp sallanan tekli koltuktan, o her yere kullandığım taş rengi polar şalı alacaktım ki kuşumuz Bubble’ın üstüne örtüğümü fark edip içeri odaya yöneldim. Yaz gününde bile koltuğun köşesinden kaldırmadığım ince, minik kırmızı kareli battaniyeyi alıverdim omuzlarıma. Önümde yarım bir mumu andıran, şeffaf bir ışık yanıyordu. Elektronik, küçük, pratik bir şey… Mumun o hoş kokusundan uzak kalsak da pratikti ve iş görüyordu.
Zaten artık günlük hayatta da merak ettiklerimizi eskisi gibi kitaplarda aramıyor, kolayca ulaşabilmek için internetten araştırıveriyorduk. Böylesi daha pratikti.
Hatırlıyorum da, çocukluğumuzda kütüphaneye gider, verilen ödevi kitaplarda arardık. Bu sayede hem sosyalleşirdik hem de öz güvenimiz artardı. Ödev yapmaya gelmiştik biz o kütüphaneye, akıllı çocuklardık. Takdir görürdük, sevinirdik.
İlkokulda orta halli bir çocuktum mesela ben. Öyle çok da takdir edildim denilemez sanki. Bu durum pek önemli olacak ki, ortaokulda bir edebiyat öğretmenim vardı; o, yazdığım kompozisyonları fark edip önemli törenlerde, yarışmalarda bana yazı yazdırırdı. Hatta birkaç kez minik ödüller bile almıştım. İşte bu takdir edilmenin etkisiyle de olacak ki kendimi edebiyat öğretmeni olarak buluverdim yıllar sonra.
Lise zamanı, hazırlık sınıfını Bolu’da okuyup birinci sınıfta Ankara’ya gelince zorlandım başlarda; ama ne zaman sözel seçip özel sınıfta okur gibi 5-6 kişilik bir sınıfta okudum, o zaman özgüvenim yeniden yerine geldi.
Düşünüyorum da, çocukluk döneminde çevrenin, bilhassa öğretmenin bir çocuk üzerinde etkisi ne kadar büyük… İşte bu sebeple şimdi doğru seçimler yapmalıyım.
İyi bir öğretmen resmen hayat kurtarabilir ve çocuğun hayatına sahiden yön verir. Yaşı kaç olursa olsun…
Bir öğretmen olarak lisede olabildiğince elimden geleni yapsam da, elbette kusurum eksiğim vardır. En büyük sorumluluğun ilkokul öğretmenlerinde olduğunu bilirim. Çünkü onlar tazecik bir fidan yetiştiriyor. Dalları nereye yatmış, ne yöne uzayacak, bir iple bağlasalar hallolacak gibi, neredeyse.
İşte hayat böyle bir şey. Her yaşta ipliğin ucunda. Çocukken dallarına bağlanan ipler senin yönünü belirler. Gençken hâlâ imkân vardır. Oysa orta yaşlara geldiğinde, o yaşa kadar ipin çözülüp bağlanması, sağlamlaştırılıp sağlamlaştırılmaması, özetle desteklenmemiş olmak seni etkilemiştir çoktan.
Yetişkin olduğunda, evinin sökülenini bir iple dikersin. Sarkan çiçeklerini yine bir iple bağlar, boyunları bükülmesin diye çabalarsın. Artık sıra, yavaştan gelmiştir sana. Bu sorumluluk sana aittir. Farkına varırsın, zamanla.
Bir zamanlar öğretmenin, annen, baban yahut başka büyüklerin tutmuştur elinden; artık sen tutarsın önce yavrularının, kardeşlerinin, sonra senden yardım bekleyen diğerlerinin ellerinden.
Görünmez iplerle bağlısındır hâlâ o büyüklerine; bu görünmez bağlar ölene kadar da kopmazlar aslında. Ne zaman ki bir büyüğün göçüp gider, gizliden seni tutan o bağın yokluğu sarsar yüreğini.
Sonra sana bağlı diğer iplere bakarsın. O ana dek, belki de bu kadar fark etmemişsindir. Onlar senden güç alan, kopartıverirsen darmaduman olabilecek bağlarındır. Onlar evlatların, kardeşlerin, öğrencilerin, belki de artık senin de onlara güç katacağın büyüklerindir.
Yaşam, devir daimden ibarettir.
Tuttuğun eller vardır; düşmekten korktuğunda sarıldığın sevdiklerine, sımsıkı iplerle bağlanırsın esasında. Sonra sıra sana gelir. Sen de evlatlarınla, kardeşlerinle, öğrencilerinle bağlar kurarsın. Bir yandan da eskiden bağlı olduğun o iplerden ayrılmazsın. Koca bir yumak, her yerini sarıp sarmalar. Hatta o yumak o kadar kocamandır ki, bir gün yaşlandığında o yumağın kalanından bir pencere kenarına bağlarsın da diğer ipler inceldiğinde, o pencere kenarına bağladığın ipten tutunarak ayaklanırsın.
Kısaca, güzel yaşarsan güzel kalırsın. Tutunmaya, kendini yeniden ayaklandırmaya gücün kalır. Güzel yaşarsan, etrafını çeviren ipler her daim bir yumak misali kalıverir. Elbet incelir yumak; ama sen yine de gülen gözlerle pencere kenarına bağladığın o ipten güç alır, tekrar tekrar ayaklanır, önündeki manzaraya bakarsın.
Bizler biliriz ki, ne kadar güzel yaşar, iyilikle doldurursan heybeni, rızkını veren, aldığın nefesten haberdar olan rahmet sahibi bilir seni. Tutuverir yumağının ucundan. Gideceğin yer bellidir elbet; yumağının ucunda parlayan bir ışık vardır. Gülen gözlerin, ışığı görür son nefeste.
Dersin ki içten içe: “İyi ki bağlamışım o yumağın iplerini, gönülden gönüle.”
Şimdi vakit, gönlümü bilene; gülen gözlerle, gönül gözüyle görüp sevdiğime…