Yazın sıcak ve neşeli günlerinin geride kaldığı, sonbaharın serin esintilerinin yavaş yavaş yüzünü gösterdiği, doğanın yeniden yapılanma sürecine girdiği, yaprakların sararıp döküldüğü, günlerin kısalmaya başladığı yılın en hüzünlü mevsiminin ilk ayı, hüzünlü bir yeniden doğuşa geçişin adıdır Eylül.
Ama bu geçişin içinde, sadece doğada değil, insan ruhunda da derin bir anlam vardır. Eylül sadece yılın sonbaharına değil, insan ruhundaki mevsimlere dokunan bir ayna gibidir. Yaprakların solgun bir dans ile toprağa kavuştuğu bu günler, bize hayatın geçici olduğunu ve her şeyin bir döngü içinde olduğunu fısıldar.
Kendimizi bu ayda zaman zaman “kırk kilitli kapıların” ardında buluruz; her biri sanki ayrı bir hikâye, ayrı bir yara ya da unutulmaya yüz tutmuş hayallerin kırıntılarını barındıran, sadece içsel dünyamızın gizli köşelerini saklamakla kalmayan, aynı zamanda geçmişimizin yankılarını da içimizde taşıyan kapılar.
Her kapının ardında bir anı, bir his vardır; bin bir parça kalbimizin bir parçası o kilitlerin ötesinde asılı durur, dokunulmayı bekler. Kimi kapılar yitik bir aşkın, kimi derin bir pişmanlığın nöbetini tutar. Bazen kapılarımızın anahtarlarını kayıp etmiş gibi hissederiz. Ne o acılara yeniden dokunabiliriz ne de tamamen geride bırakabiliriz. Ve her bir kilit, umutlarla içten içe sessiz fırtınalarla dolu bir mezar gibidir. Kim bilir, hangi rüyaları sessizce o mezarlarda saklar, hangi dilekleri rüzgâra emanet ederiz?
Aslında Eylül’ün bize öğrettiği asıl mesele de, “her döngü bir son gibi görünse de, yeni bir başlangıcın tohumlarını taşır.” Kapıların ardında ne kadar çok şey biriktirmiş olursak olalım, belki de en önemli olan yeni kilitler açmanın cesaretini bulmaktır. Hayatın sırları, yalnızca kapıları kapalı tutmakta değil, bazen onları aralamakta saklıdır. Her yaprak dökümü, aslında bir son değil, yeni bir başlangıcın habercisidir. Tıpkı ağaçların yapraklarını dökerek kışa hazırlanması ve aynı zamanda toprağın yeniden hayat bulurken yeni ismini alıp gazellenmesi gibi, biz insanoğlu da ruhsal bir yolculuğa çıkarız. Eylül rüzgârı estiğinde, yalnızca doğanın değil, kalbimizin yaprakları da dökülür. Bu dökülüş, bir vedanın yanı sıra derin bir arınmayı simgelerken geride kalmış her şey, bize kendimizi yeniden keşfetme ve eski yüklerimizden kurtulmanın yolunu açmanın yanında, hayatımıza yeni tohumlar ekme fırsatını sunar.
Bu döngü hem doğada hem ruhumuzda aynı derinliği taşırken, her son bir başlangıcın örtülü habercisidir. Geçmişin izlerini taşıyan hüzünlü ay kimliğinde Eylül, öyle anlar yaşatır ki bize, hayatımızdan caydırdığı çok olur. Belirsizlikler, insanların vefasızlığı, bizi yavaş yavaş Eylül’ün ruhuyla bir hale getirir. Ömrümüz boyunca karşımıza çıkan her insan, farkında olmadan kapılarımıza birer kilit ekler. Her biri, belki de içimizde bir yara açtı, belki de bize bir ders verdi ya da bizi biraz daha içe kapanık hale getirdi.
Eylül, bu yüklerin hazana bel bağlayan mevsiminin ayıdır; her esen rüzgâr, bir hatırayı savururken, her dökülen yaprak bir kapanışın izini taşır. Eğer hüzünler yüreğimizde yer buluyorsa ve yüreğimiz Eylül’ün gazabına uğramış yaprak gibi savruluyorsa, bu bir yolculuğun ve yaşamın derin izidir. Bu hüzünler içinde bile bizler yeni umutlar ve yeni başlangıçlar keşfedebiliriz. Çünkü hüzün, hayatın derinliklerinde saklı güzellikleri ve en değerli anıları ortaya çıkarır; bizler de bu güzelliklerin içinde kendimizi yeniden buluruz.
Sevgi, saygı ve dostlukla…