Aşk: Bedenden öte, duyguların ruhtan daha derin, ateşten daha sıcak, her manzaradan daha güzel, buzdan daha serin, en berrak sudan daha berrak, masum, sade, merhametten dahi daha kusursuz, hiçbir ömre ve mekâna sığmayan, güzellik sanılan ama güzellikle alakası olmayan; acısı sevincinden, ayrılığı ölümden beter, sonsuz bağlılığın adıdır aşk…
Neyin acısı sevinci kadar güzel olabilir? Neyin kahrı, lütfu kadar hoş gelebilir insana? Gururu ne yok edebilir?
Kimin için her şeyini, ama her şeyini feda edebilirsin? Yollara dökebilirsin hiç düşünmeden, sorgulamadan, aklın yokmuşçasına…
Ne unutturabilir sana açlık hissini? Bir deri, bir kemik olana kadar, hatta ölene kadar, kim seni unutturabilir sana? Kısaca kimin için ölebilirsin ya da kim ölse, ölü gibi yaşayabilirsin?
Amaçlarımız var değil mi dünyada? Peki kim yok edebilir amaçlarımızı? Bir şeyden vazgeçtik diye kim yok eder tüm uğraşımızı ya da ne?
Soğuk kış aylarında, hiçbir çıkarı olmadan kim yürütebilir bizi? Bir ömrünü kim beş dakikaya sığdırabilir?
Nedensiz kim ağlatabilir bizi? Zirvelerde kim kuyudaymış gibi hissettirebilir? En güzel, serin vadilerde bir tas su içerken kim yakabilir içimizi?
Yanan güneş, gecenin ayı, ulaşılamaz yıldızların güzelliği ve şehri bu kadar aydınlatan ışıkların altında kim karanlıklarda boğabilir bizi?
Yaşım kaçtı daha bilmezken ben, ben beni tanımazken, ben nedenimi dahi anlamazken bir şey doğdu içime. Adına ne derseniz deyin; kimi aşk der, kimi sevda der, kimi takıntı der ama ben hakikat derim.
Evet, bence o şey, o imkansız olan şey, adı halk arasında aşk olan şey, hakikatin kendisi, Yaradan’ın mucizesi, varlığının göstergesidir aşk…
Hani “aşkım” dediğin kişi seni hiç görmese dahi, bir ortamda olunca her hareketine dikkat edersin ya… Gülünce o tarafa, ağlayınca o tarafa, güzel bir söz söyleyince o tarafa bakarsın ya. Sanki sadece ona konuşuyormuşsun gibi. Tamam, sizler de varsınız fakat ben her şeyimle ona aitim der gibi ya… İşte Yaradan da, beni her ortamda, evde, okulda, savaşta, tek başına veya herkesin içindeyken, sadece bana dön, beni bil, beni an, ben seni görüyorum ona göre davran der gibi…
Eğer öyleyse, neden cehennemden korkar da cennete sevinir insan? Kahrı da hoş, lütfu da hoş değil mi aşkın? Cenneti ve cehennemi de kendine haram etmesi gerekmez mi maşuk, cemalinden öte Yaradan’ın?
Doğup büyüdüğün dünya hayatında, aniden bir şey çıkar karşına. Sen, alışagelmiş bir hayat sürerken, aklın idrak ettiği kadarıyla yol alırken, aniden bir an yaşanır ki hayatında ruhunu keşfedersin. Tüm hayallerin yıkılır, hiç hissetmediğin duygular keşfeder, sonsuzluğun olabileceği düşer yüreğine. Çünkü yaşadığın şeyi ancak ve ancak sonsuzluk doldurabilir. Sana verilen ömür, sonu kesin olan ölüm, bu kuvvetli bağ, ayrılıkla son bulacak bir şey değildir. O an bir şey düşer gönül uçurumuna: ya ölümsüzlük, ya sonsuzluk… Açıkçası dünya yaşantısı ve gidişatına bakılırsa, ölümsüzlük dahi aşk karşısında bir ömür sayılmaz. Onun için inancın yeniden şekillenir; hakikat denen şey kesinlikle vardır ve aşk sadece Mevla’yadır. Ölüm aksine son değil, hakiki hayatın başlangıcıdır.
Bir de şu var ki; eğer varlıklara aşık olan insan, bir kadına, bir erkeğe veya bir eşyaya kavuşunca aşk bitmeseydi, aşkın maddi olduğunu söyleyebilirdik. Ama insan maddi aşka kavuşunca, içindeki yangının, sevdanın, hayranlığın ve aradığı kusursuz şeyin bitmediğini görünce, işte o zaman aşkın maddi bir şey olmadığını anlar.
Aşk… Başı da sonu gibi ayrılıklar barındıran aşk. Hüznü de, kahrı da, lütfu da insana hoş gelen aşk. Bir ebed aynı duyguları hissettiren ama kimsenin ulaşamadığı aşk…
Uğruna şiirler yazılan, canlar anılan, sebepsizce yollar gidilen, uykusuz geceler geçirilen, bir o kadar da aşk uğruna imkansızlar inşa edilen aşk…
Ne yüce bir mucizesin, ne yüce bir hakikatin habercisisin…
Şimdi seni bilmeyen kim kendini bilsin? Kendini bilmeyen kim Yaradan’ı bilsin?
Canımın Cananı, Hakikatim, AŞK…
Saygılarımla…