Savunmasız varlıklara iyi davranırsanız, düşlerinizin gerçekleşmesi için Dilek Ağacı’na gerek yoktur.
—William Faulkner
Ahududu reçeli kavanozuna dikmiş gözlerini, elindeki bir parça ekmekle bir kaşık reçeli buluşturmanın yollarını arıyordu. Portatif mutfak merdivenin basamaklarını tırmanmış olduğunu varsaysa bile, kavanozu raftan nasıl alacaktı? Hadi diyelim ki ahududu reçeli kavanozunu raftan başarılı bir şekilde indirdi. Annesinin vakumlanması için sıcak sıcak kapattığı o çelik ve üstelik dişli kapağı nasıl açacaktı?
Acıkmıştı. Çok aç olsaydı ekmeği üzerinde ahududu reçeli olmadan da yiyebilirdi. Hayır, hayır; bu açlıktan başka bir şeydi. Şiddetli biçimde istek duyuyordu şu an reçel yemek için.
Kendisine sekiz numara büyük gelen pofidik anne terlikleriyle şapidik şapidik sesler çıkararak içeriye geçti. Annesi kanepede uyuyakalmıştı. Birkaç defa yokladı genç kadını. Saçlarına dokundu, sonra burnuna. Yine o su yeşili haplardan almış olmalıydı. Melekler gibi uyuyan annesine kıyamadı daha fazla. Tekrar mutfağa gitti. Bir yolu olmalıydı reçel kavanozuna ulaşmanın.
Etrafına göz gezdirdi. Annesine göre 8-10 adım, onun 25 numara ayaklarına göre keşfedilmeyi bekleyen minik bir kasabaydı mutfak. Rafta kendisine gülümseyip durmakta olan reçellere ulaşamayacağına kanaat getirmiş olmalıydı. Uzunca bir bakışmanın ardından derin bir göğüs geçirmeyle omuzlarını düşürüp geri dönmesinden bu anlaşılıyordu.
Umutsuz, aç ve yalnız hissediyorken, kapının arkasından bir çift göz ona mı bakmıştı? Kırmızı mıydı onlar? Haminnesinin hayta dayısına anlattığı şeytana ait olabilir miydi o korkunç gözler? Şimdi açlığını ve reçeli unutmuştu. Tek istediği, kırmızı gözlere bakmadan, o gözlerin sahibi minik bedenini yutmadan annesinin yanına gidebilmekti. Belki de ağlamaya başlamalıydı. Ama o zaman küçük kardeşi de uyanırdı. Annesi bundan pek hoşlanmayabilirdi. Sonra yine “Of, gördün mü işte, onu uyandırdın ve beni de tabi. Oysa ne kadar yorgunum,” diye yakınabilir, birazcık da yüksek sesle bağırabilirdi. Sonra nasılsa kardeşini susturmaya uğraşıncaya kadar onunla yine ilgilenmeyecekti. Kim bilir ne zaman sorardı ona bir şey isteyip istemediğini. Evde tek çocukken ne kadar mutlu olduğunu hatırladı. Babasının onları terk etmediği günleri.
Kapı arkasından bakıp sinyal lambası gibi yanıp sönen gözleri fark etti yine. Kesin şeytandı bu. Babasını evden gönderen de oydu. Şimdi çekmeceyi işaret ediyordu gözler…
Çekmeceye yetişebiliyordu ayakuçlarına bastığında. Bıçaklar irili ufaklı. Gözler ona bir bıçağı almasını işaret ediyor. Elindeki bıçakla hipnotize olmuş gibi gözlere bakıyor. Ne işaret ederse yapacak, karşı koymayacak gibi duruyor. Kardeşinin beşiğinin yanındaydı işte. Onu geldiği yere göndermek ne kadar zor olabilirdi ki! Çok güzel uyuyordu. Hep uyusun ve annesi de onunla ilgilensin istiyordu.
Gitmeden birkaç gün önce “Dilek Ağacı” kitabını okuyan babası geldi aklına. Ne diyordu sahi orada? “Savunmasız varlıklara iyi davranmak.” Gerisini hatırlamıyordu ama bunu unutmamıştı…
Elindeki bıçağı mutfağa götürdü. Kapının arkasından ona sinyal veren kırmızı gözlere bakmamaya çalıştı. Annesinin yanına seğirtti. Bir kolunu kaldırdı, kanadının altına sığındı kadının. Sırtını sıcacık göğsüne yasladı. Gözlerini sımsıkı yumdu.
Annesinin onu kokladığını, saçlarından öptüğünü hissetti ama susmayı tercih etti. Ahududu reçeli yemek istediğini, yiyemediği için kardeşini suçladığını, ona abuk sabuk şeyler yapmasını işaret eden kırmızı gözleri hiç anlatmadı.