Adıyla büyüsün derler ya, işte tam olarak o benim. Hatta fazlası var, adımla da yaşıyorum, ayrılmaz bir bütün gibiyiz. Adım Musa, dedemin adı da Musa.
Köyde geçirdiğim yaz ayları boyunca dedemden Hz. Musa (a.s.) hikayeleri dinlerdim. Nasıl da anlatırdı ama… Ağzım bal dolar, zevkten keyiften coşardım. “Vur asayı denize, at asanı!” derdi, tıpkı bir kahraman gibi. Sihirli değnek at asanı, vur asanı; canavarlar olur, deniz yarılırdı. Öyle coşardım ki…
“Celal nedir?” diye sorardı dedem, tok ve yüksek bir sesle. Tiyatro izliyor gibiydim. Hipnotize olmuş, gözlerim kocaman dinlerdim. Bir defasında ben de “Asa istiyorum!” diye tutturunca dedem kızılcık ağacından bir asa yaptı bana. Ateşte yaktı, kabuklarını soydu, boyumun iki katından bile fazlaydı. Atardım yere, canavar olsun diye. Dereye inince suya vururdum. Canavar olmazdı, dere durmazdı ama ben öyle olduğunu hayal ederdim. Bizim hepsi bir ama o başka işte, onun heyecanı, celali beni hep motive etti. Hakkında yazılmış ayetler, hikayeler, kıssalar defalarca okudum. Okurken de dedem anlatıyormuş gibi hayal edip heyecanlandım.
Tatil deyince de bu duyguları bende canlandıracak, beni o hikayelerin içine sürükleyecek kitaplar ve yerler seçer oldum. Bu sefer dedem yoktu ama hikayelerin içinden sesini duyabiliyordum. Denizi seyretmek, doğada yürüyüş yapmak olmazsa olmazımdı. Elime de illa bir dal parçası bulurdum yürüyüş sırasında. Güzel, sakin, denizi seyredebileceğim, doğasında kaybolacağım bir yer bulmuştum kendime.
İkindi vakti olunca kitabımı alır, patikadan denizi izleyebileceğim tepeye çıkardım. Yürürken doğada kaybolmuşluk hissini içime sindire sindire yaşardım. Musa’nın kaçışını ve yalnızlığını, ardından asası elinde inekleri sulayışını zihnimde canlandırırdım dedemin sesiyle. Doğanın içinde bu kendimi unutup kayboluş bana kendimi buldururdu. Tıpkı şu karşıdaki taş, bir yaprağını böcek yemiş çiçek, dallarının bir kısmı kurumuş ağaç, sıcaklığını azaltmış güneş gibi. Her şey o kadar olması gereken yerdeydi ki, onun orada olmayışı da boşluk bırakmıyordu. Çiçek orada olmasaydı, orada olması gerektiğini de düşünemezdim. “Burada bir ot çıkmalı, burada bir çalı olmalı ya da olmamalı” diyememek… Çevir gözünü göğe, bir eksik yok, fazla da yok. Bulut orada, mavi tam tonunda, güneş tam açısında.
Tepeye varınca yine tam konforuma uygun, olması gereken yerdeki ağacıma yaslanır, kitabımı açar, denizi seyre dalardım. Yalnızlığımı bu kadar hoş bir kalabalıkla yaşamaktan memnun bir mahmurluk çökerdi üstüme. Denizi seyre dalarken Hz. Musa elinde asa, yanında birlikte olduğu kişilerden bir ordu; okuduklarımla hayalim ve dedem onları izlerken tatlı bir denizin dipine dalar gibi kaldım uykuya.
Dedem coşuyor, sesi gür, “Vur asanı Musa!” Tam o anda korkuyla yerimden sıçradım. Başıma bir şey vurmuştu, kalbim küt küt atıyordu. Durumu anlamam zaman aldı, başım acıyordu. Bulunduğum zaman dilimine bakınca durumu anladım: Rüzgar artmış, dayandığım ağacın kuru dalı başıma düşmüştü. İşin hikmeti, tam kerahat vakti uyunmaz zamanda uyku gelmiş. Uyarıyı anlamıştım; Musa asasıyla kafama vurmuştu adeta. “Kerahat vakti uykuya dalmaya kalkarsan, böyle yersin asayı kafana!” dedim kendime. Hayata baktığım yerden geldi uyarı. Adım İsa olsaydı böyle uyarılmazdım şüphesiz.
Konuk Yazar: Nermin Çiçek