Her şeyin karanlık olduğu bir dehlizdeydi. Sema, deniz, tüm sokaklar ve tüm şehir…
Bir o uyanıktı bir de o tüm zenginliğiyle karşısında parlayan Kamer …. Herkesin kendi köşesine çekildiği zamanda bir dünya sakini olarak ay, bu dünyayı nasıl tanımlardı diye düşündü.
Seslerin yerini alan sessizlik içinde tüm suretler birbirine karışıyordu. Denizin geceleri bu denli yüksek dalgalarıyla opera sanatçısına dönen bir sahne olacağını neden kimse ona söylememişti ki?
Dalgalar kendine doğru hücum ediyor zihni hayatını devasa bir şekilde tasavvur ediyordu.
Bir dalganın yavaş ama köpüren haşmeti içindeki su ile yağmur damlasındaki su ile aynı su muydu?
Bir vedaya hazırlanıyordu ay ve bir karanlığı kuşatıyordu sema. Vakit geceye mi daha yakındı yoksa gündüze mi hazırlanıyordu? İkilemin sınırında sonsuzluğu resmedecekti. Sonsuzluk ve sınırsızlık nasıl resmedilirdi?
Kaynağı nerde idi bu sınırsız hakimin? Şekvalarda yeniden kendini tanıyan silüetin… Dünyadaki yorgunlukları ne kadar da gereksizdi. Şimdi durduğu yerden kendi hayat düzenine bakınca bu devasa dünyada ne kadar da basit çabaların keşmekeşleri içinde kaldığını gördü…
Oysa bakışında, düşüncesinde, zihninde gizli bir insanlık her gün yeniden tomurcuklanabilir her yeni mutluluğu elleriyle kucaklayabilirdi. İnsanların öldüğü bu dünyada!
Dünya her gece son uykusuna hazırlanır gibi bakıyorken her son hep ansızın insanı sarsmayı ve yine aynı hayatın içine daldıkça körleştirmeyi nasıl başarıyordu… İnsan olarak en büyük başarısı bu muydu sahiden?
Ve akşam… Denizini içine hapsedip bir kefen gibi örtüyordu dünyayı. Aklına hapsolan insan ise hep bir yorgunluk altında unutmayı ve unutulmayı yeğliyor, sonra da bu acziyetine, unutkan belleğine kızıyordu.
Zemin altından kayıyor, sema genişleyerek uzaklaşıyor kendisi düşünceleriyle baş başa bir bankın köşesinde kalıyordu…
Dağları titreten bir yankı içinde kendi sesini ayırt etmeye çalışıyordu. Öylesine kızıyor öylesine farklı biri oluyordu ki keşkesiz bir yaşamın içinde vuku bulabileceğini tamamen bir kenara bırakıyordu. Ve kızgınlığın eteğinden sürüklenen bir canavar misali kendini projektörde yeniden büyüterek seyrediyordu. Kamelyada fokuslanan bir kameraman gibi ayrıntıya odaklanarak ve yeniden görmeyi öğrenerek hayatını bir sinemada izlemeyi de aynı anda deneyimliyordu.
Ama işte her zaman film mutlu sonla bitmiyordu. Kendi sesinden korkuyor kendi sesi parçalıyordu arzı ve tüm semayı. Neyi geride bırakmak isterse karşısında, gerçeğin tokadını gösteriyor ve kendi sesinden ürktüğü o tablonun içinde hayatını yeniden biçimlendiriyordu.
Görmenin içinden geçilir miydi? İşte o her adımında sesin içinden geçiyordu. Kesinliğin her bir adımda salınan bahçelerin içinden geçiyordu nefesin gecenin ve kentin… Adımları bin ışık yılı hızından daha hızlı ve yaşam bir o kadar yavaştı. Zaman güne kavuşuyorken, o ne zamanın içindeydi ne de zamandan geçebiliyordu. Düşüncesiyle dünyanın hengamesinden sıyrılmaya çalışırken yürüdükçe uzayan yolları yeniden fark etmek istiyordu.
Ya peki bu kadar yaşanmışlık ve hayat neye yarardı? Eğer takrir etmiyorsa dili ve zihni tefekkür etmiyorsa bu denli güzelliği? Neye yarardı bakmak izlemek ve yaşamak? Hayal nerede kendini anlatır ve yeniden kendi sesini nota nota her tarafa yayardı? Ölümlerin olduğu bu dünyada…
Fedakârlık ince düşünmek veya iyilik bu dünyada ne zaman hak ettiği karşılığı bulacaktı? Ya da var mıydı bir karşılık veya bir mutluluk hayat denilen bu yollarda? Neden fedakâr olan hep bir vefa borcunu peşi sıra sürüklüyordu? Her daim her zaman kendi karşıtını içinde barındırıyordu?
Bu dünyanın içinde ölü bedenlere uyanık zihinler yerleştirme çabasından öteye geçememek nasıl bir mıknatıstır? Mıknatısın sürüklediği yere doğru akan bu hayatta iradesi nerede kendini yaşatacaktı? Gücü yoktu. Güç dedikleri savaşı, kavgayı kabul etmeyen bu berrak zihnini korumaktan başka gayesi yoktu.
İşte yine bu gayesiz günlerin gecesinde mekânı seyre dalmıştı. Neden niye hiç sormadan hiç merak etmeden belki uzaklaşmak belki bulmak ya da belki kaçmak için ama bir şekilde uzaklaşmak için bu yere gelmişti. İlk nefeslendiği o yerde başkalaşmak belki de kimliksizleşmek adına gitmeyi tercih etmişti.
Karanlık kuşattıkça dünyayı, ruhu beyaz saten bir çarşafın içinde büzüşüyor gibi küçülüyor ve bir nokta haline geliyordu. Bedeni küçüldükçe gerçekliği ele geçiren o diğer her şey kendini bir şekilde yok ediyordu. Tüm bu sıradanlık tüm bu tekrarlar ve içinde anlamsızlaşan o çığlıklar içinde yeniden kendine kalan bir akşam o akşamın içinde akan lisan ile şarkısını söylüyordu… Karanlığın ellerinde debeleniyor boğazına yapışan bu kara ülkeyi artık geride bırakıyordu.
Ve işte o da ölüyordu. Geride kalan her şey gibi. Kahpece ve canice ölüyordu tıpkı hayatında solan canlı hevesler gibi… Oysa çok bağlıydı değerlerine zengindi ya hani içinde gizledikleri… Şimdi geride kalanlara, yitik şehrin masum insanlarına bir tablo gibi gösteriyordu alemi. Seyretsinler diye hakikati…
Hakikat hayatında bir pranga… Yüceltiyor yüreğini dolu bir gamla… Anlamadan ne yaşadığını ve ne yaşamadığını üstünden geçiyordu zaman yaşından azalıyordu rakam…
Bir ordu gibi kuşatmanı hazırlanmış ve tüm taktikleri öğrenmişti. İşte o anlarda kılıç kuşanmış haliyle tüm ihtişamıyla yaşam şimdi karşısında duruyordu.
Onun olanlara sarılmak adına o da kitaplarını yeniden paketler yeniden bir nizama sokardı her zihniyetin buyruğuna göre yeniden… Sonra kendine kızıyordu çünkü şimdi düşüncesi bir katil kadar suçlu… Kefeni o buz gibi haliyle saran gassal kadar donuk ruhlu…
Oturduğu bankta zamanları çürütüyorken düşünmek ve yaşamanın olağan dışı dansına şahit oluyordu. Hem sürekli hareket halinde hem de tamamen aynı merkezde durmanın enerjisini etrafa yayıyordu. Bir an daha ölüme karışıyorken hiç tanımadığı sinsi bir rüzgâr gibi sarmaşıklara dolanıyordu.
Zaman durmuş günlere geç kalmıştı. Ne zaman etrafındakiler ondan daha küçük kalmıştı? Zamanın buğulu perdesinin altından etrafı izlemeyi, denizin mavisini hayatın neşesini kaçırmış gibi hissediyordu. Dünyayı tüm duyularıyla tatmak zorundaydı. Düşünerek izlemek eğer bir tat ses ve ahenk sunmuyorsa neye yarardı? Sınırsız hareketin dalgalanışında kalmak ve süzülerek geleceğe akmaktan başka bir gayesi yoktu. Bu naftalin kokusu da neydi?
Geçmişini bir kokuya hapsediyor ve zamanın akışını durduruyordu. Naftalin kokulu düşlerden kalma hayatına yine geç kalmıştı. Sayılar onu hiçbir zaman tanımlamıyorken artık hayallerine de hiçbir rakam sıkışmıyordu.
Denize nazır oturduğu banktan ayrılma vakti gelmişti. Yürüdükçe uzayan bir yol onu çağırıyordu.
Yolunda ilerlemeye devam etti. Ayakları onu bir gecekonduda sabitlediğinde izlediği hayat ile zamanlar arası yolculuğun tam da ortasında buldu. Kâinat ve dünya her zaman için farklı bir bakışı hakkederdi. Çünkü dünya hiçbir zaman insandan ibaret bir yer değildi
Sakin görünen şehrin içinden yükselen acılı bağrışlar kadar keyifli masaların ardından yükselen kahkahalar da sokaklarda aynı zamanda çınlıyor ve dünya insanlığın keşmekeşliğinde yeniden kendini anlatıyordu.
Yürüyüşünde sona yaklaştığında her zamanki yorgunluğundan hiçbir iz kalmamış elinde yaşama dair zengin kareler kalmıştı. Deniz, karanlık ve yol ona sınırsızlığın kapısını açmıştı. Eve girdi. Odasının kapısını açtı. Yorgunluğun tatlı halini tüm hücrelerinde hissediyorken bir günü daha hayat sayfalarına ekleyip gözlerini uykuya teslim etti…