Benimle inanın, kimse pazara gitmek istemez. Kafama göre hareket ederim. Bir anda küçük bir çocuk gibi kaybolabilirim. Suratım asılabilir. Özgürlüğüme çok ama çok düşkünüm. Kafama göre hareket etmek, arkadaşlar, dostlar, akrabalarla olan ilişkilerimde de sorunlara sebep olabilir.
Ben herkesi olduğu gibi kabul ediyorum, onlar da beni olduğum gibi kabul etmeyi denesinler. Beni değiştirmeye, dönüştürmeye zahmet etmesinler. Ha, tabii ki yanlışımı gördüklerinde kibarca ve nazikçe söylesinler. Samimiyetten uzak, ön yargılı, taraf tutan, her görüş ve bilgi belgeden hazzetmiyorum. Doğrucu Davut olmayı seviyorum. Beni sevsinler diye yapmacık, yalandan sözler, davranışlar, diğerini avutan, kandıran, arkasından iş çeviren olmak istemiyorum. Dünya sistemi insana “yapmacık ol, dürüstmüş gibi davran, ama öyle olmak zorunda değilsin” diyor.
Konuştuğunu yapan, yaptığını konuşan olma… Dini nutuklar at ama, dini yaşama. Adaleti savun ama, adaletli olma. (“Mış gibi yap”, gerçekmiş gibi canlandır.)
Dediğim gibi, konumuza dönelim. Hiç şaşmadan, her Perşembe pazara çıkılacak, taze sebze meyve oradan alınacak. Pazara girdiğim andan itibaren zihnimin kontrolünü yanlış amaçlara yönelik kullanmaya başlıyorum. Pazarcıların irade ve zekalarının yüksek olduğunu düşünüyorum. Çünkü sözleriyle müşterileri hipnoz ediyorlar. Pazarı görünce benim irade ve zeka seviyem eksilmeye başlıyor. Pazarcılar, benim alışveriş içgüdüme hükmetme arzusu içinde, özgür irademi sanki yok ediyorlar.
Müşterileri üzerine kurdukları etkili hipnoz, bende obsesyonlara sebep oluyor. Size pazarla ilgili bir anımı anlatacağım. Pazardayım, çok sevdiğim arkadaşlarımı kırmamak için o gün Perşembe olmasına rağmen, çay davetlerine gittim. Sohbete dalmışım, unutmuşum alışveriş günüm olduğunu. Pazarın kalkmasına yarım saat var. Arabayı park edip koştur koştur ne yaptığımı biliyor muyum?
Her pazarcı bir an önce son kalan ürünlerini satıp öyle gitmek istiyor. Bunu iyi anlıyorum. O gün bana yirmi kilo nektarı sattılar. İnanabiliyor musunuz? “Abla meyve suyu yaparsın”, ucuz diye, bende aldım. Bana teyze deseydi almayacaktım. Adam bana acıdı, öyle ki pazarcı, pazarın dışına kadar poşetlere yardım etti. Ürünlerimi arabaya doldurdum. Arabayı evin önüne çektim. “Utanıyorum aldıklarımdan.” On tane maydanoz, beş tane dereotu, yirmi kilodan daha fazla nektarı, on kilo biber-domates vs. vs. anlayacağınız, mutfağın her tarafı poşetlerle dolu.
Allah’ım ne yapacağım ben bunları? Çünkü Cumartesi tatile gidiyorum. Bir gün var arada. İnsan sadece alkol vb. alarak güdülerinin kurbanı olmazmış. Bedensiz varlıkların tesiri altına girdiklerinde de sapıtırlarmış. Ya benim durumum ne olacak! Karar verdim, kocaman kovaya su doldurdum, nektarileri suya attım. Yıkadım, pakladım, onlardan pestil “yapacağım” birinci kararım. Halamın kızı erik pestili yapmıştı, benim neyim eksik? Nektarileri erik tarifine göre kaynattım. Salondaki masanın üzerine yaydım. Şimdi içim çok rahat. Birazını da yolda yemek için özenle doğradım.
Ama çok pişmanım. Neredeyse ağlayacağım. Eşime belli etmiyorum. Beni bu akşam kendi halime bıraktı. Anladı galiba. Buzluğa şeftaliyle karışık reçel yapmak için kek yapmak için bitmiyorlardı. Daha sırada temizlenmesi gereken bir sürü sebze var. Allah’ım ben ne yaptım, çok pişmanım, aç gözlülüğüm için, gece iki de yattım, uyumuş kalmışım. Düşünün, sabah namazına bile kalkamadım.
Sabah kalktığımda yorgunluğuma rağmen içim rahat, kışın çayın yanına “pestil koymuşum, yiyoruz”, konu-komşu, eş-dost, dudaklarını hayranlıkla bükerek bana “Nasıl yaptın?” diye, “Bravo!” diyorlar. Hayal kuruyorum, mutlu mesut… Sonra ürünleri mi ziyaret etmek için salona giriyorum. Şok! Şok! Şok! Masadan akan nektarı suları, bütün salonu kaplamak üzere. Sular masanın altında yüzüyor. Allah’tan masanın altındaki halıyı kaldırmışım, fakat koltukların arasındaki halının püskülleri acayip bir renk olmuş.
Allah’ım ben ne yaptım? Böyle rezillik olur mu? Bir de herkes seni “akıllı bilir”, bu ne, bu ne? Hangisine yanayım? Ağladım, dövündüm, sinirlerim bozuldu. Gözyaşlarımı sildim, ayağa kalktım. “Böyle pis bırakamam buraları.” Pestil olamayan ürünleri çöpe attım, sıcak suyu kovaya doldurup her yeri temizledim. Halının püsküllerini kovanın içinde yıkadım.
Kendimi çok saf, çok salak hissettim. Bu olayın “kalbimi kırmasına izin vermeyeceğim, zihnimde kendime yönelen, beni zayıflatmaya yönelik yükselen sesleri temizleyeceğim.” Diğer insanları kırmayı asla amaç edinmem, o zaman kendime de iyi davranmak istiyorum. İçimdeki ben’e kötülüğü fısıldayan yanım, benim iyi yönlerimi yok etmek için bana bu olayı sahneledi.
Beni yıkmaya çalışıyor, güçlenmemi istemiyor. İçimdeki şeytanların saldırılarına karşı, “güçlenmeyi seçiyorum.” Başıma gelen her olay karşısında başım dik olmalı. Sonuçta ben bir insanım. Bu olayın yaşam kalitemi bozmasına izin vermeyeceğim. Trajikomik de olsa, bana bir şey anlatıyor. “Kızım, aç gözlü olma, kanaatkar ol ki yolun aydınlık olsun.” “Fazla almışım” diyerek keşke komşulara verseydim. Şimdi ne oldu? İyi mi oldu?
“Seni gidi açgözlü Meral.”
Önemli olan doğruyu yanlıştan ayırt etmek değil, seni öylesine saran, obsesyon haline getiren açgözlülüğünü yenmek. Ne kadar kötü bir şey bu açgözlülük. Dünyadaki bütün olayların, savaşların, kötülüklerin kaynağı açgözlülüktür. Akraba akrabayla, komşu komşuyla, ülke ülkeyle, ırk ırkla karşı savaşır; sebebi açgözlülüktür. Güçlü olmak, alkış almak, diğerlerinden üstün ve başarılı olduğunu (insanın) ispatlama çabasıdır. Yetinmemek…
Neden? Onu da biraz siz düşünün artık! Hep Meral mi düşünsün? Neyse, neyse, devam edelim yine de…
Biz cahil insanlar değiliz, sadece Allah’tan kıyamete kadar mühlet isteyen kötücül güçlere yenilen ruhlarız. Bir takım varlıklar, bizdeki açgözlülük, tamahkârlık, karanlık yanlarımızı koz olarak kullanırlar. Bizde olanı bize geri verirler.
Dikkat edin, bir takım varlıklar benim gibi sizi de obsede edebilir. Fakat ben ‘Allah’tan geldiğimi, yine ona döneceğimi’ hiçbir zaman aklımdan çıkarmıyorum. Onlara ait izlerin çok iyi farkındayım. İçimde bunları barındırmak istiyor muyum? Hayır. O zaman bu kötü güçlerin adını koyuyorum: gaddarlık, açgözlülük, nefsaniyet, merhametsizlik; bunlar sevgi nedir bilmezler.
Açgözlülüğümü nasıl yendim sanırsınız? Panzehiri dua, ibadet, sürekli iyi düşünce geliştirmekle. Her güzel iş ve davranışın ibadet olduğunu bilerek yaşamak.
Size kimse büyü-sihir yapmaz, siz içinizdeki iblise kulak verdikçe, obsede olursunuz ve aklınızı, iradenizi, bedeninizi iblisin iradesine inatla teslim edersiniz. Artık o sizi yönetmeye başlar. Kendimi inceliyorum, siz de şu an bu yazıyı okuyorsanız, kendinizi inceleyin. Kalbinizde açgözlülük, nefsaniyet belirtisi var mı? Varsa gözlerinizi kapatın ve orayı sevgiyle doldurun ki, kötülük oradan ayrılsın; sevgi olan yerde erisin.
O, Allah’a söz vermiş, her daim sözünde duruyor. Bende (insan) söz vermişim Kâlû Belâ’da. Sözüm söz, aklımda, gönül gözümü kapatamam; kapatırsam bir daha insan olamam. Çünkü sözümde durmamış olurum.
Tek çarem var, o da zaaflarımı tanımak, onlarla yaşamayı öğrenmek, farkında olmak, onları izolasyona tabi tutmak. Nefsimi arındırmanın yolu hiç mecbur değilken, diğerleri için bir şeyler yapmak. Bizim içimizde amansız bir mücadele olduğunun farkında olarak yaşamak.
İyiliği fısıldayan melekler, Allah’tan uzaklaştıranlar var; sen hiçbir şeyden ayrı değilsin. Sadece tüm kötü düşünceleri anlayabilensin, özgür iradenle seçebilensin. Nereden nereye geldik! Bir pazar anısından çok ciddi konulara gelebildik. Hayat işte böyle bir şeydir. Ağlarsın, gülersin, ümitlenirsin, yeise kapılırsın; yaşam asla düz bir çizgide ilerlemez.
Hayatta doğru kararlar alabilme yetimizi geliştirebildiğimiz ölçüde, kendi hayatımızın hâkimi de savcısı da biz oluruz. Manası iyi anlaşılan bir obsesyon, ne kadar tehlikeli olursa olsun, zararlı yanını kaybedebilir, faydalı da olabilir. Onun tüm zararı manasının anlaşılmamasında ve insanın ona körü körüne kapılmış bulunmasındadır.
Bedri Russelman der ki:
“Bir insan tehlikeli bir obsesyon karşısında “Bu bir obsesyondur!” teşhisini vaktinde koyabildiği anda obsesyon tesirini derhal kaybetmeye başlar. Fakat bilakis onun ne demek olduğunu bilmez ve onu kendisine mal etmeye kalkışırsa; obsesyon gittikçe esareti altına girer ve esaret altına girdikçe de kendisini ondan kurtaramaz olur. Zira o, başkasının iradesine bu pasif haliyle kendi iradesini bağlamıştır.”