Bulanık bir kalabalıktaydı. Seçilmeyen kimliklerin bir toz yığını haline döndüğü sokaklarda yeniden yaşayacağı hayatın parmak izlerini adımlıyordu. Ayakları, elleri gibi buz gibiydi. Bir kış taşıyordu ki içinde, kırağı çalınmış hayallerin ellerinde debelenen bir heyulaya dönüyordu.
Her gün, her an, her hece yenileniyordu. Bir mucizeye sahip olduğunun bilincinde olmak, hayata bu denli büyük bir meydan okumayı yaşatıyordu.
Okuduğu kitaplardan oluşan sahnelerin arkasından insanı, dünyayı ve kader kitabını okumayı yeniden deneyimliyor; bu ruhsuz dimağların içinde bükülen bir kâğıt halini alıyordu.
Bilincinin nefesine emanet ettikleri, görmenin çok ötesinde bir tablo halini alarak belirginleşiyordu. Ne zaman ki düşünmenin o çılgın çağlayanlarından çıkan sular coşkun sesleriyle hayatın kıyılarına vuruyordu, o zaman tüm madde âlemi bir bir tutuşuyordu.
Tutuşan hissiydi, çürüyen bedeni… Düşüncesinde saklı kalan her şey şimdi bir kitaptan kendine bir haykırış bahşediyordu. Bahşedilene rağbet gösterme erdemi ve şuurunu ne zaman kaybetmişti de yeniden bir anlam arayışına tutulmuştu?
Kitaplarla örülü bir duvar halini alan odasında, her kitap ona farklı bir zamandan sesleniyordu. O zamanki kişiliğini saklamış, o zamanki düşüncesini zenginleştirmişti.
Bulunduğu her yer dünyaya kapalı, fezaya açıktı. Fezaya açılan sayfaların hikmetini kime, nasıl ulaştırabilirdi? Odayı bir bakışta dolduran bu sonsuzluk, büyük kubbelerin devasa genişliğinde ona fezayı andırıyor; bedeninden büyük düşüncesinde altın tozuna karışıyordu.
Kitapların dilinden konuşmayı öğreneli çok olmamıştı. Her bir hikâyede hayatın boyutunu artırdığını yeniden gözlemlemişti.
Gözünden sakındığı ganimetlerini, elleriyle saklamak, bir sır gibi korumak istiyordu. Onların dilini bilenlerin ağzıyla konuşuyordu. Dünya kelamının bayağı sıradanlığından daimi bir kaçış başlatıyordu.
Tüm hayallere biçim veren dünyasında, bu biçimsiz hayatında bir yazarın zihninin kapısını açıyor ve ufkunu alabildiğine genişletiyordu.
Tozlu raflarda açan çiçek bahçelerini çok duymuştu da çiçeklerin uçuşan polenlerinin bile bir manzara oluşturacağını hiç tecrübe etmemişti.
Eylemin sıkılganlığı ruhunda değil, onu öteye atan cismanî uğraşlardaydı.
Oysa insan, cismiyle bile yedi kat sema yüksekteki derinlikte bu hayatı inşa etmeye muktedir yaratılmamış mıydı?
İşte o anlarda, kitapla yek ahenk bir şekilde vücuda geliyor, yekpare bir şekilde tamamlanıyordu.
Her romanda farklı dünyalara inancı artarken, her bir fikir kitabında dünyanın değerini tekrardan haykırıyordu.
Önündeki camdan balkona, cismaniyetiyle bir tasvirin kollarına bıraktığında konuşuyor, dilleniyor ve her cisim, her türlü insan ona bambaşka bir hikâye anlatıyordu.
Kitaptan altın bir sığınak inşa etmişti. Bu inşada, her bir anlayış ufku eşyaların hakikatini bir sanata döndürmüştü.
Düşüncenin sarayında, her bir kelime billur avizeler gibi ışıldıyordu.
Göz göz pencereden sızan ışık huzmesinden okunan kelimede, pinhan ruhta ayan olan o yaşama gayretini diri ve dinç tutuyordu. Bulanık düşüncelerde seyrederek âlemi, âli düşüncelerin kuşatmasına çoktan girmiş, ilmek ilmek fezanın ilmini sayfalara işliyordu.
Her bir kitap farklı anahtarlar sunuyor iken, o kapıdan girerek hayat okumalarını yapmak, nazik parmakların aralarına bir dünya sığdırıyordu.