Ay ışığı üşür mü deme. Biliyorum bunu engelleyecek gücün var. Üşümesin izin verme. İnsanlık, insana yakışanı yaşamaksa ve bütün bir hayatı içinden akıtmaksa taşırmadan, dökmeden ve hayat bir gün yorulduğunu anlamaksa ve ansızın durmaksa, elinde kalanlarla avunmaksa, bildiğini unutmak ve yitirdiğini bulmaksa…
Ve bir hayat içinden akıp giderken bir gece yorgun ellerinden dökülenlerden arta kalanlarla avunmaya çalışıyorsan o gece ay ışığı üşüyor demektir. Güneş terliyor, denizler ıslanıyor demektir. Gökyüzüne baktığında hiç yıldız kaymıyorsa, bir yerlerde biri hayatı ıskalıyor, umutlarını bir dahaki seferlere erteliyor demektir. İzin verme, ay ışığını üşütme. Üşütme ne olur, biliyorum gücün yeter. Çocukluğumun, ilk gençliğimin, uçarılığımın, ele avuca gelmezliğimin kırlangıçları seyreden gözlerini mahsun bırakma.
İnsanların yaşamları en çok da birbirlerine doğru soruları sorduklarında kesişiyor ve doğru cevaplandıklarında örtüşüyormuş birbirleriyle. Sormaya fırsat olmadı. Sahi kaç gözyaşı bıraktın ardında? Kaç yalnızlık dolaşırdı beyninin kıvrımlarında? Hüzün beni olduğu kadar seni de ziyarete gelir miydi sık sık? Yaşamak istediğinle yaşadığın hayatın kesişmediği yerlerde bana da yer var mıydı? Issız bir hayata düşsen yanında götüreceğin üç şey ne olurdu? Yangında ilk kurtaracaklarının dolabında kendine de yer var mıydı? “Annabel Lee öldüyse âşık olunacak kim kaldı ki dünyada” diye sormuştum bir keresinde bilmem hatırlar mısın? O deniz ülkesine bir gitmek lazım demiştin de haritalarla tanıştırmıştın kendi coğrafyasına bile yabancı beni.
On beş yaşım ve gençliğim. Uzağı yakın edecek gençliğime inat yakını daha da uzaklaştıran ayaklarım. Kestirme yolları hiç sevmedim ben. Bu yüzden şehrimin bütün arka sokaklarını öğrendim. Sırf bu yüzden randevularıma geç kalmayı marifet bildim. Başka mahallelerin, başka sokakların çocuğu bilindim. Bu yüzden en umulmadık uzak köşelerde bıraktım yüzüme en çok yakışan on beş yaşımın gençliğini. Gidilecek yerlerin bin bir uzun yolunu keşfettim. Büyüdüm, bir tek sana varabilmek için öğrendim yollarında kestirilebileceğini. Kısa yoldan gitmenin mutlu anları uzatacağını.
Büyüdüm! Çok sonraları için sınırları çizilmiş, köşe başları belirlenmiş, randevuları ayarlanmış, rezervasyonları yapılmış bir hayatın –belki bir gün yazsam roman olacağını iddia edeceğim bir hayatın- satır başındayım. Girişi yaptım, gelişme ve sonuç bölümlerinde anlam bütünlüğünü bozmayacak cümlelerin, insan ilişkilerinin, tavırların, davranışların ince hesaplarını tamamladım. Uzak ülkelerin şarkıları daha hoş gelmeye başladı kulağıma. Türkülerin melodilerinden çok sözlerindeki anlam önem kazanmaya başladı. Kış üşütmüyor, yaz terletmiyor bedenimi, şaşırtırcasına. Ütopyaların sıcacık ikliminde kurutulan ay çekirdekleri en sevdiğim yiyecekler listesinin başını çekiyor. Ve sen hayatımın tam da bu noktasında çıkageldin. Hoş geldin. Bende tam romanımı yazmaya başlamak üzereydim. Hayallerime en çok uyacak rolleri arıyordum. Lütfettin. Gelirken rolleri de getirdin. Bu hayat yaşandıkça ve okundukça bu roman, artık unutulmayacaksın.
Kim bilir bu yazıyı yazdığımda ve bitirdiğimde bu yazıyı daha çok hatırlayacağım seni. Daha çok ve daha derinden.
Kim bilir yanındayken fark edemediklerimi anımsayacağım.
‘Kim bilir kıymetin sarı çiğdemin?’ diyecek Aşık Meydani. Ben bilirim diyeceğim
Kim bilir bu yazıyı bitirdiğimde daha çok unutacağım, seninle ortak yaşanmamışlığımızın, geçmişin satır aralarına sıkışmış tenhalığında yarım bırakılmış öykülerini. Seni düşünmekle başlayacağım işe. Yetmişinde yaşlılığın çığırtkanlığını yapan beyaz saçlar, otuz beşinde güzel yapıyormuş insanı diyeceğim. On beş yaşımın tazeliğinde dinleneceğim, kararlı ve buğulu gülüşünün yankısına bırakıp kendimi. Bütün bunların arasında her şeyi bulacağım, yeniden her şey olacağım ama bir tek kaybolmayacağım. Yanımda sen varmışsın gibi kendi elimden tutacağım. Yeter ki üşümesin ay ışığı. Nereye gitsem korkmadan, usanmadan yolları uzatacağım.