İşten erken dönmüştün o gün. Ben Ekim ayının güzelim serinliğinde balkonda tek başıma çay içiyordum. Arabanı park edip de apartmana girerken başını kaldırıp balkonuma bakmadığın için çok kızdım sana. Hâlbuki beni fark etmen için telefonumu alıp yüksek sesle biriyle konuşur gibi bile yaptım. Sen duymadın abartılı kahkahalarımı, ama sokaktan geçen bakkalın çırağı alay eder gibi baktı yüzüme. Yanaklarım kızardı aşk maskarası olduğum için. Utanıp içeri girdim.
Sen evindeyken sakin duramıyordum. Kesinlikle bir şeyler yapmalıydım. Perdenin arkasından bir süre yolun kenarına park ettiğin arabanı gözlerimi ayırmadan izledim. Sana ait bir şeyin kapsama alanımda olması mutlu ediyordu beni. Keşke sen de gözümün görebildiği her santimetre karede olabilseydin.
Aklımdan bin bir türlü saçmalık geçti. Ziline basıp kaçmak, telefonla durmadan aramak, arabanın önüne atlayıp bana çarpmışsın gibi kendimi yere atmak gibi çocukça fikirler belirdi zihnimde. Hiçbirini yapamadım haliyle. Ben de elimden gelen tek şeyi yapıp aşağı inme kararı aldım. Sen evindeyken benim evim bana hapishaneydi sanki.
Giyinmem bile alelacele oldu. Pantolonumu giyip fermuarını kapatmadan cama koştum. Ben odada vakit kaybederken motoru çalıştırıp gaza basan sen olamazdın, değil mi? Araban ordaydı, gitmemiştin. Tekrar odama koşup katlı duran bluzlardan birini çektim. Hepsi yere düştü, ama umurumda değildi. Bluzumun tek kolunu geçirip nefes nefese yeniden koştum pencereye. Neyse ki aracın hâlâ ordaydı. Anahtarımı kapıp kapıyı hızla çarptım. Öylesine acele ediyordum ki dışarı çıkmak için, merdivenlerden inerken tökezleyen ayaklarıma kızdım. Burkulmanın ya da kırılmanın hiç sırası değildi. Eğer sen ani bir kararla evden çıkarsan seni kaçırmaktan korkuyordum.
Apartmanın önündeydim nihayet, ama sen evdeydin. Senle göz göze gelebilmek için seni içerden çıkarmanın yollarını düşündüm bir süre. Belki sen de benim gibi arabanın durumunu merak ediyor, ara sıra camdan bakıyordun. Ben başımı senin gibi öne eğmeden, oturduğun kata çevirerek yüzümü arabanın çevresinde bir tur attım. Hatta aracına okşar gibi dokundum. Belki alarm çalardı ve sen merak edip inerdin. Öyle olmadı, ben de sana dokunuyormuş gibi hissedip titredim. Biri uzaktan beni görse davranışıma bir anlam yükleyemezdi. Hâlbuki çok basitti. Ben sana âşıktım. Dolayısıyla sana ait her şeye görünmez bir iple bağlıydım.
Çıkacağın yoktu sokağa. İşten izin alıp mı gelmiştin yoksa bir şey mi unutmuştun? Mesai saatinin bitmemiş olması umudu yüreğimde yeşerince deli gibi dolanmaktan sıkılıp sokak boyu yürümeye başladım. Her adımda arkama dönüp bakıyor, seni görme ümidini canlı tutuyordum. Daha da canlı kalırdı ümidim, şayet yağmur atıştırmaya başlamasaydı. Yine de direnirdim çiseye, lakin ardından gök, yüreğimi ağzıma getiresiye gürlemeseydi. Bir an ne yapacağımı şaşırıp kalakaldım. Neyse ki saçak altına sığınmayı akıl edebildim.
Yağmur şiddetini artırıp da damlalar asfalttan sıçrayıp üstüme çarptıkça eve gitme mecburiyetim arttı. Kedi gibi büzüşerek duvar kenarından ağır adımlarla yeniden apartmanın önüne geldim. Araban tozdan sıyrılmıştı ve gökyüzünün grisine benzer bir tonda parlıyordu. O bana göz kırptı, ben ona dudak büktüm. Bugün de senle göz göze gelme umudumu söndürdüm. Gök tekrar gürleyince apartmana koştum. Omuzlarımda yağmur damlalarının ağırlığıyla merdivenleri çıkıp eve girdim. Yavaş yavaş çıkardım ıslak kıyafetlerimi. Yıkanmayı bekleyen renkli çamaşırların içine kattım. Bu yağmurda çamaşır da yıkanmazdı zaten.
Yeni ve yumuşak bir eşofman takımı giyip çay suyu koydum ocağa. Alışkanlıktan olsa gerek yeniden pencereye yürüdüm. Seni göremesem bile arabanı izleyecektim. Kırgın kalbim belki onarırdı incinmişliğini arabayı görsem, ama ne yazık ki araban yoktu yerinde. Yoğun yağmura rağmen park ettiğin yerden henüz gittiğin, asfaltın kuruluğundan anlaşılıyordu.
Kuru zeminin ıslanmasını bekledim öylece. Yağmur izlerini silerken gözümden düşen yaşlar da hayal kırıklığıma çare olmaya çalıştı. Sen hiç uğramamış gibi olunca sokağa, mutfağa gidip çay demledim. Dönmene çok vardı nasılsa.