Sisler arasında kaybolan bir yer vardı ileride; uzun uzun binalarla dolu bir yerleşkeydi. Yürüyordu yaşlı bir kadın oraya doğru. İçinde girift bir sızıyla, sisi yararak, zor bela ilerliyordu. Küçük bir çocuk bırakmıştı orada. Etrafına bakındı. Sisten hiçbir şey görünmüyordu. Aklında pek çok şey belirip duruyordu. İçinde hayali derlemelerden, müphem bekleyişlerden bir nehir akıyor, kafasında ucu bucağı görünmeyen bir merak duygusu tüm varlığını kavrıyordu. “Olsun,” dedi içinden, “eğer yıllar evvel bıraktığım çocuğumu görebilirsem, tüm bunlar geçecek ve ben dünyanın en güzel hediyesine kavuşmuş olacağım.”
Bacakları güçlüydü, adımlarını sağlam atıyordu. Sis yoğunlaştı. Berbat bir heyecan bastırdı. Önündeki yol bitmek üzereydi. Yerleşkenin kapısına vardı. İç içe geçmiş demir halkaların arasına yerleştirilmiş, burgulu ve baştan savma dağıtılmış, yaldızlı demirlerle siyah bir kapıydı. Paslanmıştı ve kapının üstü baştan aşağı kırağı tutmuştu. Elini demir kapıya attığında buz kesildi parmakları. “Olsun, içinde taptaze, dipdiri bir heyecan duruyordu ya!” Tüm o coşku içini ısıtıyor, delice duygular vücudunu direngen, damarlarındaki kan akışını daha da gürüldüyordu. Hem az da kalmıştı.
Demir kapıyı açtı işte sonunda. Sitenin bahçesine adımını attı. Kalbi daha da hızlı atmaya başladı: küt, küt… Avare geçen seneleri nihayet sona erecek, ödülünü alacak, bu siteden daha umutla ayrılacaktı. “Değer,” dedi içinden. Değerdi yaşamaya; iyisiyle, kötüsüyle her şeyi… Ve bahçe kapısını ardında açık bırakarak ilerledi. Başını kaldırıp sağa sola baktı. Binaların duvarları sisin içinden daha yakından beliriyordu şimdi. Işıkları sönük olan pencerelerde bir yaşam emaresi aradı. Ama perdeler çekikti. Kadın yerleşkede bir hayat kaynağı aradı. Merakı giderek artıyordu.
“Yoksa kimse yaşamıyor muydu burada? Ama nasıl olur. Tüm işaretler burayı gösteriyordu. Mutlaka bir şey olacaktı.” İlerledi. Yol sağa sola ayrıldı, hiç sapmadan dümdüz devam etti; tepesinde yarasalar belirdi, karanlık iyice arttı, baykuşların sesleri de gelmeye başladı. Önünü göremeyecek dereceye gelmek üzereydi. “Olamaz! Hemen barınacak bir yer bulmalıyım!” dedi. Karşısında, az ileride gri bir bina görünüyordu. Oraya doğru yaklaştı. Başını yukarıya kaldırdı; tüm pencereler panjurluydu. Binanın kapısına doğru ilerledi. İki yana açılan kapıyı eliyle iteledi. Kapı açıldı ve içeriye girdi. Kapkaranlıktı içerisi.
Korkup çıkacaktı ki çocuk sesi geldi bir yerden. Gülen ve şarkı söyleyen bir çocuk olsa gerekti bu. Ama karanlık pusu kurmuş, her yeri koyu rengiyle örtmüştü. Önünü bile göremiyordu kadın. Geri çıkmak istedi. Fakat üst katta insanlar olmalıydı. Oraya çıkmalıydı. Merdivenlerin nerede olabileceğini tahmin ederek sağa meyillendi. Tahmin ettiği gibi merdivenler yan taraftaydı. Hemen basamaklardan birine attı ilk adımını. Duvarlara tutunarak çıktı. Hemen ikinci katta olmalıydı çocuk. Evet, işte bak, sesler daha da yakından gelmeye başlıyordu. Hem evde de birileri vardı. “Tamam,” dedi, “işte dairenin kapısı da alttan vuran loş ışık sayesinde beliriyordu.” İçi rahatladı. Burada yaşayan birileri de vardı, ne güzel!
İç rahatlığıyla kapıyı çaldı. Ve kapı açıldı. Kapıyı kendi yaşlarında bir kadın açtı. İçeriye buyur etti. İçeriye attığı ilk adımda çocuğu sordu. “Hani çocuk?” Yanında bitmişti bile çocuk. Çocukla göz göze geldi yaşlı kadın. “Bu onun yıllar evvel bıraktığı çocuk muydu şimdi?” İnanamıyordu. Ne kadar da büyümüştü.
Yaşlı kadının ninesi olduğunu, onu henüz iki-üç aylık, küçücük bir bebekken getirip buraya bıraktığını öğrendi çocuk. Nine her ayrıntıyı, özenle, ufak ufak, hassas bir şekilde anlatmaya çalışıyordu. Çocuk şimdi dokuz yaşlarındaydı. Fakat ninenin, küçülmüş, buğulu gözlerindeki derin sevgiyi ve özlemi dışa vuran o acı çeken ruhunu görebiliyordu. O şefkatli bakışlarda bunu görmemek olanaksızdı. Bir çocuk, hele de sarsıntılı geçen yalnızlık günlerinden geçen bir çocuk, yıpranmış, kaybolmuş bir ruhu herkesten çok daha gerçekçi görebilirdi. Nine sevecenlikle masala dönüştürerek devam etti:
“… ve soğuk duvarların ardında nice yitik yaşamları bırakarak düştü yollara yaşlı kadın. Az gitti uz gitti, dağları tepeleri aştı, sisli bulvarlardan geçti…”