Alışkanlıkla bir şeyler yapma arayışına girdi, evin bahçeye açılan çift kanatlı pencerelerinden şöyle bir bakınca otların ne kadar büyümüş olduğunu fark etti, paslı orağı bulup onları biçmek üzere yeniden dışarı çıktı. Şimdi kırışıklar içinde, artritten yamru yumru olmuş, tutamları kavramakta zorluk çeken ellerinin yerine kırk yıl öncesine, doğup büyüdüğü o dağ köyünde sarı başakların sonsuzluğa uzandığı o tarlada alnından, sırtından damlayan terler içinde ak pak ellerinin tutam tutam kavradığı buğdayları biçtiği o günlere gitti. Gençliğin tazeliği çoktan kayıplara karışmış, yalnızca hatıralarda kalan ve ulaşılması imkânsız bir hazineye dönüşmüştü. Hem zaten bedeni genç olsa ne yazardı, o gençliğinin tazeliğini unutmuş, Mustafa’yla birlikte gömmüştü otuz yıl önce tam da bugün.
Sağ taraftaki komşu Hediye Hanım – İbrahim Ağa’ nın iki karısından ilki – üç katlı binanın – mahalledeki sayılı binalardandı. Mardin’den göçüp gelen koca aile iki göz odaya sığamayacaklarından ancak böyle bir binada yaşamakta çözüm bulmuşlardı. – ikinci katındaki evinin ön cephesini boydan boya kaplayan uzun balkonundan her günün alışkanlığı olduğu üzere etrafı gözlüyordu. Aşağı sarkarak bahçeden çıkan çöpleri dökmek üzere konteynere yürümekte olan Sevim Hanım’a seslendi – mahallenin ayaklı gazetesiydi, evinden dışarı adımını atmasa da her şeyden haberdar olurdu – ‘‘Huu komşu duydun mu?’’ bu seslenişin ardından pek hayırlı bir haber almayacağını hisseden Sevim Hanım tedirginlikle sordu; ‘‘Hayırdır neyi duydum mu?’’ , ‘‘Aa hayret, senin haberin yok mu? Mahalleye kentsel dönüşüm gelecekmiş, bizim bu gecekonduları yıkıp hep Toki yapacaklarmış.’’ ‘‘Ne Toki’si?’’ ‘‘Hani birbirinin aynısı uzun uzun binalar dikiyorlar ya, işte buraları hep öyle yapacaklarmış. Ne bahçe kalacak ortada ne bir damla yeşillik.’’ Aldığı haberin şaşkınlığıyla ruh gibi birkaç adımda geldiği evin eşiğine çöküverdi Sevim Hanım. Komşusuna bir iyi günler bile dememişti, Hediye Hanım buna alınsa da pek üstüne varmadı, yıllardır tanıdığı komşusunun bazen böyle heyheylerinin gelip içine kapandığını biliyordu zaten, bunu da yalnızlığına veriyordu. Sonraki günlerde rahmetlinin askerlik arkadaşı Ali’nin hanımından, üst sokaktaki Ilgazlılardan, iki yan evdeki Cevriye Hanımdan da aynı şeyleri işitmişti. Devlet kimin evini yıkacaksa oraya kâğıt gönderiyordu. İmza karşılığında teslim edilen bu önemli belgeyi getiren postacılar artık mahallede endişeyle beklenen habercilerdi, karakargalar misali uğursuzluğun timsali gibiydiler. Üst mahallelerden başlayan yıkım git gide buralara, Gülderen Mahallesi’ne gelecekti bir gün. Bu söylentilerin ardından Sevim Hanım büyük bir endişeye kapılmıştı, sanki kucağına saatli bir bomba bırakmışlardı da ne zaman patlayacağını bilmeden öylece bekliyordu. Yıllardır alışık olduğu kurulu düzeninin elinden alınacağı fikri onu deli ediyordu. Her gece rahmetlinin ardından ettiği duaların arasına artık bu konu da eklenmişti, ‘‘Allah’ım sen evimi barkımı koru, rahmetlinin hatırasından etme beni Ya Rabim!’’ endişeleri öyle bir noktaya varmıştı ki artık işini gücünü bırakıp pencereden geleni geçeni gözler olmuş, postacı ağır çantasıyla yolda görününce perdesini çekip kendi evine gelmemesi için dua eder hale gelmişti. Napardı kendi kapısına gelse, imza bilmez, iş bilmez. Devlete gidip kafa mı tutacaktı evini yıktırmamak için, yol yordam mı bilirdi ki, Mustafa olsaydı şimdi bunları düşünüp tasalanması gerekmeyecekti, o ne yapılması gerekiyorsa yapar, gerekirse evlerini bile kurtarırdı. Ama bir başına, okuması yazması olmayan cahil bir kadın olarak koskoca devletle nasıl başa çıkabilirdi, en çok saklanıp bu gidişatı geciktirebilirdi ama ya bir gün sıra ona gelirse? ‘‘Allah’ım o gün gelmeden emanetini al, bana bu evin yıkıldığı günü gösterme!’’
Haftalar, aylar birbirini kovalarken onun kapısına uğrayan yoktu henüz. Zaten eskisi gibi sokağa da çıkmaz olmuştu, postacı yolun başından gözükür gözükmez varlığını silip atmak istercesine bir gayretle perdelerin arkasına saklanıyor, kapısına kilit üstüne kilit vuruyordu. Bir keresinde yine böyle nefesini tutmuş perdenin aralığından sokağı gözlerken Postacının kendi evinin bahçe kapısına yöneldiğini gördü, demir kapının gıcırtıyla açıldığını işitti kulakları, yüreği ağzına geldi korkudan, zili çaldığı birkaç dakika boyunca gitsin diye dualar etti. Çünkü eğer bu kapıyı açarsa kara haberle yüzleşmesi gerekecekti, devletin eli bu eşikten içeri uzandı mı bir kere sonrasında neye gücü yeterdi ki? Olacaklar bir kasırga gibi olup biter, ona da bir kenarda kahrolmak, kahrından bitip tükenmek kalırdı. Neyse ki amacına ulaşamayınca gitmişti Postacı, bu sefer Hediye Hanımların evine doğru yönelmiş, onunla hızlıca konuşup başka evlerin yolunu tutmuştu. Gittiğinden emin olduktan sonra demir kapıdan çıkıp Hediye’nin balkonuna seslendi, meğer Postacı buralarda başka bir evin adresini sormak için çalmış kapıyı, sokak ile kapı numarası birbirine mi karışmış ne, adresi bir türlü bulamadığından en sonunda mahalleliye sormaya başvurmuş. Yüreğine su serpilmişti kendisi için gelmediğini anladığında, bir süreliğine kara haber ondan uzak kalmaya devam edecekti. Fakat nereye kadar, bir kere bu haberin taşıyıcısı onun eşiğini aşındırmıştı, bir kere kapısı çalınmıştı, ha kendisi için ha bir başkası için, ne fark ederdi?
Aylar ruhunu çürüten bu bekleyişle geçip gitti. Artık her kapının çalınışından korkuya kapılıyordu. Bir gün koca koca dozerlerin, kepçelerin sokağa girdiğini gördü, küçük dilini yutacak, oracıkta canını teslim edecekti korkudan, ya hiçbir kâğıt vesaire olmadan onun evini yıkmaya geldilerse? Kaçarak bu işi ötelediğini sanırken sorgu sual olmadan kapıya dayandılarsa ne yapardı o zaman? ‘‘Atlarım kepçenin önüne, kıymayın yavrum derim, bir evim var başka da bir şeyim yoh, kıymayın, yine inat ederlerse beni çiğnerler de geçerler ancak.’’ Yoğun hiddet duygusu içinde savunma içgüdüsüyle bu sefer evine kapanmak yerine kapının önüne çıktı, kepçenin iri tekerleri asfaltı değil de sanki onun bağrını ezip geçiyordu, anıları birer birer domino taşları gibi devire devire, eline geçeni sağa sola fırlatarak, kırıp dökerek, vahşi bir hayvanın açlığıyla geliyordu. Kepçeden inen operatör açlıktan gözü dönmüş hayvanı bir kenara çekerek sokağa dökülen çocuk ve kadınlardan oluşan kalabalığın içinde rast gele birine yönelerek ellerindeki kâğıdı gösterip bir şeyler soruyorlardı. Bu, sokağın başındaki bakkalın sahibiydi, uzun boyu gibi upuzun eli koluyla karşı evi tarif ediyordu. Çoktan taşınmış olan o ev sahipleri bahçelerini hüzünlü bir yalnızlığa terk etmiş, adım atacak yer kalmamacasına her yeri ele geçiren dev otları ve kavakların onların üzerine kar gibi yağan pamuklarıyla yapının metruk halinin altını çizen bir görünüme kavuşmuştu. İki yandan işe başlayan makineler her kepçeyi vurdukça patlayan camlar, çatırtıyla yıkılan kavaklar, armutlar, gümbürdeyerek sağa sola saçılan molozlar arka tarafın ıssızlığını temelli ortaya çıkarmışlardı. Çingene Mahallesi’ni, Ilgazlıların, Ali Beylerin oturduğu sokağı boydan boya temizlemişler, geride çıplak bir arazi kalmıştı. Şimdi Sevim Hanım eşikten adımını attı mı karşısında koca bir boşluk uzanıyordu. Garip bir boşluktu bu, bir anda durup dururken peyda olan bir kasırganın sırayla yuttuğu kerpiçten veya tuğladan evlerin ardında hiç iz bırakmamacasına yok oluşu sanki burada yalnızca birkaç ay önce birileri yaşamıyormuş gibi bir ıssızlığa bürünüşü içini ürpertiyordu. Bahçelerden dışarı taşan çocuk sesleri, akşama kadar sokakta ter içinde kalana dek oynayıp hava kararmaya başlayınca onları eve çağıran analarının telaşı, mutfak camlarından yayılan yemek kokuları ve tabak çanak sesleri sokağa taşarken daha dünmüş gibiydi. Rüyaydı ve geçip gitti sanki koskoca bir tarih…
Soğuk ve bitmek bilmeyen bir kış geçmiş, bahar gecikmişti. Fakat bahar geldiğinde de deli gibi yağmurlar yağmış, sokakları sel götürmüştü, bu süre içinde boş kalan arazi suya doymuş, yağışların ardından güneşin açmasıyla gür otlakların oluşacağı geniş çayırlar uzanır olmuştu. Dize kadar gelen yeşillik buğday başakları gibi akşam rüzgârlarında salınıyor, geçmişte bıraktığı onca hatıranın mezarı olduğunu yabancı gözlerden ustalıkla gizliyordu. Zamanın akışı o kara günün gelişini yaklaştırdığından Sevim Hanım büyük bir çaresizlik içinde kucağında artık patlamak üzere olan bombayla yaşamaktan bitap düşmüş, daha fazla dayanamayacağını hissediyordu. Artık mahallede tek tük kalmış konu komşunun çocukları karşıdaki çayırlık alanı oyun alanı olarak bellemişler, bütün gün otların içine gire çıka koşturuyorlardı. Onların sessizliğin içinde belli belirsiz yayılan cılız sesleri geçmişin canlılığının yanında mahallenin acınası bir hali idi. Artık kendi evinin bulunduğu anayol kenarındaki evler hariç her yer yıkılıp gitmişti. Sıranın artık kendi evine geldiğine dair şüphesi hemen hemen kalmamıştı. Bir gün bu ıstıraba dayanamayarak rahmetlinin fotoğrafını büyüttürmek için ricacı olduğu komşu kızına danışmayı akıl etti: ‘‘Yavrum sen okumuş yazmışsın, bilirsin belki, bizim evlerin bu durumu ne olacakmış haberin var mı? Bir sorup öğreniversen?’’ Genç kız bunun pek iyi bir fikir olmadığını, eğer bir şey yapmayacakları varsa da bu sorgulamadan sonra yapabileceklerini, en iyisi sessizliği koruyup dikkat çekmemek olduğunu söyleyince ağzını mühürlemiş, bir daha da bu konuyu açmamıştı. Doğruydu ya, dikkat çekmeye ne hacet vardı, az daha cahil aklıyla kendini açık edecekti. Mustafa’yı anmadan edemedi, yalnızlığını daha derinden duyumsadı, Ah Mustafa!.. Bir yandan uzaklarda Toki bloklarının yükselişini, iskelelerde sıra sıra dizilmiş işçilerin karınca misali çalıştığını görüyordu. Mahallenin eski canlılığından eser kalmamıştı, sokakta dolaşan ve bu mahalleden olmayan yabancı yüzler, gece geç vakitler sağdan soldan çıkan tekinsiz tipler türemişti. Evlerini büyük oranda terk eden komşuların geride bıraktığı yıkıntılar hırsızların gazabına uğruyor, evde kapı kollarından musluklara, lavabo taşlarına kadar para edecek ne varsa kapıp götürüyorlardı fütursuzca. Geriye kalan yıkıntıları mesken edinenler gece vakti korku salıyorlardı, o eski huzurun yerinde yel bile esmiyordu, ağızlarda ne tat ne de tuz kalmıştı. Öyle ki çocuklar bile artık öyle kolay kolay sokağa çıkıp oynayamıyorlar, bakkala bile gönderilmiyorlardı. Evlerinin içinde bulunduğu bahçelerde kapana sıkışmış hayvancağızlar gibi dolanıp duruyorlardı ancak.
Bu bekleyişin içinde adeta eriyip giden Sevim Hanım yataklara düştü, etrafını çepeçevre saran, onu neredeyse nefessiz bırakan karanlığın içine hapsolmuştu ve boğulduğunu hissediyor, onu yutacağını biliyordu. Yıllarca gözü gibi baktığı bahçesini yabani otlar, deve dikenleri, ısırganlar bürümüş, olgunlaşan dutlar, erikler ağaçların dibine dökülmüştü. Evindeyse ne zamandır bir tek taşı yerinden oynatmamıştı. Tavandan sarkan örümcek ağları, mobilyaların üzerinde biriken bir parmak toz umurunda değildi, mutfakta birikip küflenen yemek artıkları ve bulaşıklar yoğun bir çöp kokusunu bütün odalara yaymıştı, günlerdir açılmayan pencereler nedeniyle havada iyiden iyiye ağırlaşmış bir koku asılıydı. Bütün emeli bir an önce göçüp gitmekti, öylece döşeğinde yatıyor ve Yaratıcı’nın onu alması için dua ediyordu. Gözlerini tavana sabitleyip saatlerce duruyor, viraneye dönen bahçesine ise bakmaya cesaret dahi edemiyordu. Oranın o halini görmeye dayamazdı. Bir gece vakti çok ama çok üşüdüğünü hissetti, günlerdir bir şey girmeyen midesi ağrıdan rahat vermiyor, iyice güçsüz düştüğünden zorlukla kalkabiliyordu. Sobayı yakmak için kalan son odunlarını aldı sokak kapısının yanından. Son enerjisiyle yakabilmişti sobayı. Döşeğine kadar gidecek takati yoktu hemen oracıkta sobanın dibine uzanıverdi. Kedi gibi büzülüp içinin kuytularına sığındı. Mustafa’yı görüyordu düşünde, Mustafa tıpkı evinin önündeki gibi bir çayırda durmuş ona bakıyordu gülümseyerek, onu bırakıp gittiği o son günkü halinin aksine iyi ve mutlu görünüyordu. Sonra ardına dönüp uzaklaşmaya başladı bir anda, içini bir korku sardı, şimdi bulmuşken bir daha yitirmek istemiyordu. Peşinden gitmeye başladı, ağrıyan, kütük gibi şiş bacaklarının aksine tüy gibi hafif koşuyordu, az sonra yetişti Mustafa’ya, yakaladı elini, Mustafa geriye dönüp baktı, yine gülümsedi, sonsuzmuş gibi gelen bir zamandan sonra vuslatlarına ermişlerdi, kenetli elleriyle sonsuzluğa karışıp gittiler.
Bir hafta sonra gazetelerin üçüncü sayfasında yer alan bir habere göre; Gülderen Mahallesi, 9 numaralı gecekonduda tek başına yaşayan yaşlı bir kadının cansız bedeninin bulunduğu haberi yayınlanmıştı. Soba zehirlenmesi nedeniyle hayata veda etmişti, günlerdir haber alınamayan kadıncağızın eskilerden kalma bir iki komşusu merak edip kapısına uğradıklarında her şey anlaşılmıştı, günlerdir evde kapalı kalan bedeni büyük oranda çürümüş olduğundan hiç bekletmeden kimsesizler mezarlığına defnedilmişti.
Kepçeler ve dozerler sokağa girdiklerinde ayakta kalan son gecekonduları ve bahçe duvarlarını da yıkıp geçtiler. Böylece eskiye dair hiçbir iz kalmamıştı, yeninin hükmünü ezici gücüyle sürdüreceği ‘‘modern’’ düzenin taşları en sağlam şekilde döşenmeye devam edecekti. Ruhsuz, göğe uzanan koca koca blokların yanında küçücük kalmış birkaç ağaçla bir avuç yeşilliğin esamisi bile okunmuyordu. Anılar, gülüşler, umutlar, çocuk sesleri bu griliğin içinde boğulup gitmişti…