Sert ve yağmurlu bir nisan sabahında ölümün soğuk yüzüyle tanıştı tüm aile. 26 Nisan, otuz dört yılın hâkimi gibi hükmünü kesti attı. Dört kardeş, en sevdiklerinin ölümü ile afallamış, son görevlerini ifa etmeye çalışıyordu. Acıyı yüreklerinde hissediyorlardı. Fakat yapılması gerekenler vardı. Hastanede ölen annelerini morga yerleştirdikten sonra herkes, evde toplandı. Mezar yeri belirlenmesi için bir araya gelindi. Baba ve üç kız kardeş, “Ne yapalım?” diye tartışırken araya kendinde nereden bulduğu bilinmeyen bir öz güvenle giren biri:
– Senin oğlun yok mu?
Sorusunu sordu. O soru, kulaklarda çınlarken yer belirlenmeye çalışılıyordu. Herkes acısını yaşamaya çalışırken çığlık çığlık ağlamamak için kendini zor tutarken bu nasıl bir soruydu? Ailenin tek erkek çocuğu zaten mezarlıklar müdürlüğünden telefonla aramış, “Ne yapalım?” diye sormuştu. Her soru, her yerde sorulmamalıydı. Bunu bilmiyorlardı. Ve ölü evine ilk yarayı açan olduğunun farkında bile değillerdi. Abla, belki de bu soruya en çok içerleyendi. Çünkü eğitimli, okumuş bir aileye sahipti. Kendi de eğitimliydi. Diğer üç kardeşinde böyle düşüncelere sahip olmadığını düşünüyordu. Aile terbiyesi bu şekilde değildi. İşler ne ara bu şekle bürünmüştü? Onu büyütenlerin böyle bir zihniyeti olmadığını biliyordu. Ya da öyle bir şey hissetmemişti. Şimdi, nereden çıkmıştı bu soru? Üstelik en kara günlerinde hangi zihniyetti bu?
Saatler ilerliyordu. Bizim inancımıza göre “Ölü bekletilmez.” denirdi. İnsanlar, son görevlerini icra etmek için kuş gibi çırpınıyordu. O kuş üstelik yaralıydı. Camiye ikindi ezanından önce sala okunması için aile üyelerinden biri gönderildi. Zaten tanıdık çevrede insanlar, yardımcı oluyordu. Daha sonra cenazelerini almak üzere hastaneye gittiler. Oradan direk mezarlığa geçildi. Çünkü korona zamanıydı. Ve helallik için sokağa getirilmiyordu cenazeler. Bir yürek acısı daha annelerini kaybeden yüreklere vurulmuştu.
Hayatlarının belki de en zor gününü sessizce geçirmeye çalışıyordu kardeşler. Annelerinin ruhunu incitmeden, son görevlerini eksiksiz yerine getirme şuuruyla hareket ediyorlardı. Mezarlıkta kılınan namaz ve alınan helallikten sonra toprağa verildi cenaze. Belki de ilk ayrılışlarıydı dört kardeşin aynı anda annelerinden. Otuz dört yıllık birliktelik, toprağa karışıyordu. Onu sonsuzluğa uğurluyorlardı. Gözyaşlarıyla “Elveda” diyorlardı. Yolcu, yolunda gerekti. Ve her şey yolunda gitsin, istenmişti. Geriye dönüp ”Keşke!” dememek içindi yapılanlar.
Cenaze için yapılması gereken görevler yapılmış, ağlaması gerekenler ağlamış, “Baş sağlıkları” alınmıştı. Herkes, çekilince kenara rahatça koyunca kafasını yastığa onların günü bitmiş, gece başlamıştı. Fakat anneleri giden dört kardeşin gece ile gündüzü artık eşit mesafede birbirleriyle savaşır olmuştu. Hangisi galip gelecekti? Şu an için sanki biraz karanlık baskındı.
Ertesi gün, güneş doğmuştu. Yıkık kalplere, ağlamaklı gözlere, düşünceli beyinlere değil tabi ki. Ya da ölenin ardından tapu, mal, mülk, para düşünenlere değil. Onlar, kendilerini haklı göstermenin kendinden küçükleri ezmenin derdindeydi. Geriye kalanları “Nasıl kandırabilirim?” sorusunun peşindeydiler. Anneden kalanların farkında olmayanların ya da bu işlerin şimdi zamanı olmadığını bilenlerin yüreklerine vurulmuş kaçıncı ağrıydı? Saymamıştı. Böyle değildi bu ev. Köhnemiş, küf kokulu, düşüncesizlik dolu değildi. Cıvıl cıvıl, kız neşesiyle dolu, hiç sönmeyen etrafını aydınlatan bir kandil misaliydi. Geçmişti o günler, son yirmi dört saatte birden eskimişti her şey.
Aile bireyleri oturup tapu derdine düşünce bir kez daha duyulmuştu o soru:
– Senin oğlun yok mu?
Evde üç kız daha varken bu soru, soruluyordu. Ve kimse, bir şey demiyordu. Evet, evin bir ablası vardı. Bu soru, onun ciğerlerini söküp atıyordu.
– Bu kaçıncıydı?
– Niye soruluyordu?
– Evde erkek olunca ne oluyordu?
Daha dün harçlık verdiği çocuk, başkaları tarafından ne için hâkim ilan ediliyordu?
Ya da “Babaya bir şey olsa kim olacaktı yanında?”, “Hastaneye yatsa siz mi karşılayacaktınız masrafını?”, “Siz mi bakacaktınız hasta adama?”, “Zor bir günde siz mi olacaksınız yanında?”
Sorular, sorular, sorular… Hepsi de cevapsızdı.
Belli ki rahatsız olmuştu birileri kızların neşesinden. Zoruna gitmişti baba evinde kızların rahatlığı. Bunlar, birer cevaptı belki ama kardeşler, ne düşünüyordu? Gerçek şu ki, kalp yangınları kızlara göreydi. Çünkü yangın, en masumu yakıyordu. Onlar için masumiyet karinesiydi.
Bu gibi durumlar belli ki erkek olanın işine gelmişti. Mal, tapu sahibi olmak cazip görünmüştü. Hesap soran olmayınca evin büyüğü de onun gibi “Ne koparırsam kardır.” anlayışında olunca diğer kardeşler, görünmez oldu. Ya da sadece birini. En çok gönlü yananı, onlara hakkı geçeni silmek daha kolay oldu.