Yılbaşı ertesi kardeşim belinden ameliyat olmak üzere hastaneye yattı. Koşa koşa diyeceğim ama uçakla Ankara’ya gittim. İlk iş hastaneye giriş yaptım. İlk gece ben kaldım. Şükür her şey yolundaydı. Akşama yürüttüler bile. Bütün gün yatmaktan sıkılan kardeşim akşamı hep ayakta hastanede gezinerek geçirdi, geçirdik. Tansiyon ve ateş ölçümü yapmak için geldiklerinde bizi odada bulamadıkları da oldu. Geziniyoruz deyince tamam dediler. Ama gündüz anestezi almış bir hastanın da bütün geceyi neredeyse dolaşarak geçirmesine de pek şaşırdıklarını fark ettim. Milyon kere maşallah bize ama diğer taraftan da ciddi hastaları ve onların perişan refakatçilerini de görünce aslında içimiz cız etmedi değil. Ne hastalıklar var, adını bile duymadığımız. Kimseler de duymasın. Geldiği gibi geçip gitsinler. Kardeşimin bu kadar çabuk ayağa kalkıp “Ben iyileştim, hadi gidelim” havalarına bürünme sebebini, refakatçi olarak kaldığım gece kendime yatak hazırlarken fark ettim. Dolabın iki kapağı var ve bir bölümde bizim eşyalarımız, diğer bölümde başkasının. Başkası nerede ki, eşyaları burada? Kendisi yoğun bakıma kaldırılmış, odası boşalınca da bizimkilere haber gitmiş. Oda var, gelin hemen ameliyatınızı olun diye. Yani biz, “Aman ne güzel odamız var, ameliyatımızda oldu, hatta yürüyoruz” derken, başka bir aile de yoğun bakım kapısında odanın sahibinden gelecek iyi haberi bekliyormuş. O kadar karışık duygular ki… Bencil gibisin aslında, öylesinde ama haberin yok. Kardeşimin bir an önce iyileşme çabası ve eve hemen çıkabilme isteği de, odanın sahibi de iyi olsun da gelsin, geri dönsün odasına. Ya da gelirse, nerede kalacak? Ben iyileşeyim, hemen çıkabileyim telaşı… Değişik duygular da yaşadık, velhasıl.
Bizim 4 günlük maceramız sona erdi de çıktık, şükür. Ama refakatçilikte zor zanaatmış meğerse. Ben ilk gece kaldım, ikinci gece annem kaldı. Sonra arkadaşları geceleri devraldı. Biz gündüz destek olduk. Teyzem de geldi gitti. Zaten sayılı gün çabuk geçti. Ama sürekli aynı refakatçi kalsa, onun da işi zor olurdu. Gece, özellikle ilk gece, her saat başı çat diye kapı açılıyor ve aynı anda ışığı da açıyorlar, bir anda sıçrayarak kalkıyorsun. Hatta bana “Siz kalkmayın” diyorlar, refakatçiyim ya, ama yok öyle bir dünya. Sıçrayarak uyandığın için hemencecik tekrar uyuyamıyorsun. Bir şekilde sen de uyanıyorsun korkuyla ve sonra anlayınca, neden geldiklerini ve nerede olduğunu, bu sefer de merak ediyorsun, ateşi var mı, tansiyonu kaça kaç? Allah hem hemşirelere hem de refakatçilere kolaylık versin.
‘Ülker Abla’ diye bir kitap okumuştum. Yer olmadığı için geceleri koridorlarda uyuyan, hatta yorgunluktan bayılan refakatçileri görünce aklıma geldi. Seray Şahiner’in yazdığı. Eşinden şiddet gören bir teyze kendisi. Oğlu askere gidiyor, dönünce beraber bir hayat kurup kaçmayı planlıyor ama şiddetin derecesi artınca Ülker Abla kaçıyor evden. Yürüye yürüye, nereye gittiğini bilmeden, kendini bir hastanenin acil kapısında beklerken buluyor. Oturup günlerce, saatlerce bekliyor. Sıcacık bir ortam. Herkes onu bir hasta yakını olduğunu sandığı için ses etmiyor başta. Sonra refakatçisi olmayan hastalara refakatçi oluyor. Refakatçi yemekleri yiyerek karnını doyuruyor. Onların duşlarında yıkanıp temizleniyor. Zorlukta olmuyor mu, oluyor tabii. Ölenlerin kıyafetlerini alıp yıkayıp kullanıyor. Bazı komik olaylar da olmuyor değil ama no more spoil. Beklerken çok boş vaktiniz oluyor ve aklınıza neler geliyor. Sonra içinizden bir ses, ‘Biz çıkacağız, az kaldı’ diyor ve sizi kendi hayatınıza geri getiriyor. Gene başlıyorsunuz, “Ya Rabbi bin şükür halimize” demeye ve koridordaki diğer hastalara da dua etmeye. Açılınca yatak olan, ve o an tüm yorgunluğunuzu alan ama sabaha beliniz boynunuz tutuk kalktığınız o yatakımsı şeyde yatınca da gene Ülker Abla geliyor aklıma. Onun için güvenli, sıcacık bir oda. Üzerimde bir battaniye. Kim bilir en son kimler üzerine çekti, daha önce ve en son ne zaman yıkandı? Aman ağzım burnum değmesin dediğim şeye sabah sarılarak uyandığımı fark etmem. Ülker Abla içinse bir nimet.
Hastanede bir ara annemle aşağıda bir kafede çay içerken, Ülker Abla’yı hatırlıyor musun diye sordum. Sorma dedi, hastanedeki refakatçileri görür görmez adı neydi o kitabın diye düşünmüş. Hatta soracaktım sana, dedi. O ve onun gibi Ülker Ablalara, ilk adım attıkları yeni hayatları, eskiyi aratmasın, güvende ve temiz battaniyelerle sıcacık olsun. Hastalarımız iyileşsin, Allah kimseye dert keder vermesin.
Tiyatro gibi tiyatro izlemek isterseniz, ‘Meçhul Paşa’. Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz. Hayatları, ilham perileri, yardımcıları hep berber Marko Paşa’yı hazırlarlar. 2 perdelik bir oyuna uzun zamandır denk gelmemiştik.
Kitap kulübünde bu ay Nahid Sırrı Örik ‘Kıskanmak’ adlı kitabını okuduk. 1937’de Tan Gazetesinde 53 bölüm halinde tefrika edilmiş. Eski Türk filmi tadında ve bence bir o kadar da naif kalıyor şimdinin zalim zamanında. Ahmet Ümit – Yırtıcı Kuşlar Zamanı, gene her zamanki gibi sürükleyici. Komiser Nevzat’ı özlemişim.
Bu konuya değinmeden edemeyeceğim ama ihmaller yüzünden hayatlarını da kaybetmesin insanlar, gencecik çocuklar. Hepimizin başı sağ olsun.