Baldan tatlı uykunun sabahındasın…
Sen kalemi değil, kalem seni dansa davet ediyor bir süredir. Tango, vals, salsa. İşitiyorsun ayak seslerini. Geceden demini almış provanın huzuruyla uyandın. Takvim 9 Mart 2020’yi gösteriyor. Kadınlar Günü kutlaması için iki yüz kişilik bir dinletiye davetlisin. Kalabalık önünde şiir okudun defalarca, fakat yıllarca mesai yaptığın iş arkadaşlarının önünde ilk olacak. Heyecanın yığılmış göğsüne. Bir anda ellerini iki yana açarak, banyoya doğru gidiyorsun. “Hmm… Daaaaa!” sesiyle canlanıyorsun. Heyecan yerini çoktan meraka bırakmış. Hem konuşan hem yürüyen çizgi film karakteri gibisin. La linea.
Mükellef bir sofra kuruyorsun kendine; çayı doldururken yere dökülmesine, domates suyunun yüzüne gözüne sıçramasına, yumurta kabuklarının tezgâha dağılmasına aldırış etmeden. Yarışmıyorsun yelkovanla. Keyifle ellerini arkanda bağlayıp neşe içinde şarkı söyleyerek yatak odana dönüyorsun. Mutlu, keyifli. Müsamereye katılacak ilkokul öğrencisi misali. Dolabı açarak, kruvaze, dört düğmeli, geniş yakalı, kemerli ceketlerin arasında sıkışıp kalan çiçekli şifon elbiseni çıkarıyorsun. Kırık fön çektiğin saçındaki lüleleri şöyle bir düzeltiyorsun. E, fırça da alışacak yeni düzene. Özenli bir makyaj, elbette bordo ruj. Olmazsa olmaz, uğurlu. Dudağında uçuk yok! Şanslıyım diye düşünürken bir taraftan da “Da da da da di di,” diye mırıldanıyorsun. Giyinmen on beş saniyeni alıyor. Çorap hariç. Ne de olsa ponponlu değiller. On beş den inceliğindeki klasik çorabını giyebilmek için, ellerine plastik bir eldiven geçiriyorsun. Bu yöntemi kullanmadığın yılların telaşlı sabahlarında, ne çok kaçık sorunu yaşamıştın, unutmuyorsun elbette.
Pencereyi açarak ciğerlerini oksijenle arındırıyorsun. Pazartesi sabahı. Hani o gelmesini istemediğin, bir zamanlar. Balkondaki hercailerin ıtırıyla, zihnini dip köşe olumlu düşüncelerle donatıyorsun. Oh! Rezonans Yasası devreye giriyor ve her ne olursa olsun güneşle doğrulmanın sebep olduğu kusursuzluk hissi bedenine yayılıyor. Capcanlısın ve için kıpır kıpır. Daha mı coşmuşlar balkondaki şirinler de. Evet, evet. Bu bahar başkalar. Muhabbet kuşun seni “aşkım, aşkım” diye uğurlarken, gideceğin yerde nasıl ağırlanacağının bir önemi kalmıyor.
Trafik her zamankinden farklı değil. Milim milim ilerliyor, kornaların ve küfürlerin peşi sıra. Ama sen, okuyacağın mısraları ezberlemekle meşgul olduğundan mı yahut yasanın etkisiyle mi bilinmez, hiç gerilmiyorsun yol boyunca. Otoparka girebilmen için kimlik bırakman gerekiyor, ilk defa. Şaşkın ve telaşlı bir halde önce garipsiyor, sonra misafirliğe alışmalıyım, diyerek kimliğini uzatıyorsun. Güvenlik görevlisinin sana selam verdiğini fark ediyorsun onca sene sonra. Kim bilir kaç selam? İşitilmeyen, dalgın. Bu sefer ayaküstü bir sohbet, sonra asansöre ilerliyorsun. Sıra yok. Eh normal. Mesai başlayalı bir saati geçmiş. İçinden kırk defa günaydın diyorsun. Aklından geçenler, hafta boyu bineceklerin diline gelsin gibi masum bir niyetle. Söylenmemiş, ihmal edilmiş selamların yüküyle ağır ağır çıkıyorsun katları.
Onuncu kat, 725 numaralı oda. Hayat damarları kesilmiş klavyeden başka bir eşya yok masada. Ne bilgisayar ne kalemlik ne darmadağın kâğıtlar ne de kitaplar… Dolabın içinde, kıyısında telve kalmış tek bir fincan. Gri. Unutulmuş, yalnız. Stor perdeler açık. Akşamdan kalma. İçerisi iftara pide yetiştirmeye çalışan fırın âdeta. Tenin allığın rengini bastıracak kadar kızarık, tıpkı lise son sınıfta, tahtada anlattığın fıkra sonrası gibi. Fincanı unuttun yine. Camın önündesin. Yine zor. Açılmıyor işte! Önce söylenecek gibi oluyorsun, hemen vazgeçiyorsun. Şaşkın güvercine takılıyor gözlerin. “Hay Allah! Keşke bir poşette biraz ekmek kırıntısı getirseydim.” Ekmek de tazeydi. Ama gökdelendesin. Hayal beslemeyi unut gitsin. Platonik bakışmalardan ibaretti son ziyaretler, anımsa diyorsun kendine ve yine öyle yapıyorsun. Ama bir farkla! Tüylerinin yumuşaklığını ve kanat seslerinin ahengini hissederek. O da tam açık spiraller çizerken seni tanımış gibi. Hayatın ince ayrıntıları.
Yeni oda sahibi belki güneşi sevmiyordur diyerek, perdelerin hepsini aşağıya kadar indiriyorsun. Arkana döndüğünde, hiçbir geometrik desene benzemediğini fark ediyorsun odanın. Şaşkın. Afallamış. Yıllarca kafanı gömdüğün bilgisayar artık orada değilse de ayrılmaz parçası klavyenin tuşlarına rastgele basıp koluna bir çimdik atıyorsun. Hayal değil, gerçek! Parkelerin rengi de ne kadar açıkmış demeye kalmadan, içeriye sekreter giriyor; “Aaa hoş geldiniz, sizi burada tekrar görmek ne güzel,” diyor, “Özlettiniz kendinizi. Dinletiye ben de geleceğim. Size şimdiden bol şans.” Yoğun çalışan insanların telaşıyla odadan çıkıyor. Dilinin ucundaki, “Hoş buldum,” ile kendini odada yalnız bulman bir oluyor. Tıpkı fincan gibi. Kapıya yaslanıyorsun, masaya doğru şöyle bir bakarken yılların tozunu yutmuş yorgunluklarla vedalaşıyorsun.
Asansöre yöneliyorsun. Zemin kat, Mavi Konferans Salonu. İlerlerken, topuklarının seramik karolar üzerinde bıraktığı sesleri işitiyorsun. Salon ağzına kadar dolu. Coşkulu ve huzurlu bir şekilde sana ayrılan yere oturuyorsun.
Üç ay önce…
Beş yüz doksan beş gün önce çetele tutmaya başladın. Yepyeni bir sayfa açacağın o gün, bugündü. Dile kolay, neredeyse yirmi yedi yıl, altı ay! Ve mezuniyet. Korkma emeklilik demekten. Sana kattıklarıyla, seni sen yapan değerleriyle bu kavram hayatının ikinci evresine dolu dizgin yön verecek. Elinde imzalı bir kâğıt, bir de teşekkür belgesi. Posta kutuna gelen onlarca kutlama mesajı. “Yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde mutlaka karşılaşacağız.” konu başlığıyla attığın mektuba yanıt hepsi de. Beklenti değil heyecandı yüreğini hızlı hızlı çarptıran. Birkaç gün öncesinde ateşler içinde yanmıştın oysaki. Farenjit. Sık sık tekrarlanan. Ne güzel tesadüf, bir de doğum gününe denk gelişi. İçindeki kelebekler, pek bi’ coşkulu. Kabloların üstünü nasıl da donatmışlardı uçuşarak. Takvimden yapraklar birer birer azalırken şöyle bir bakıyordun da etrafına, değişmez dediklerin değişmiş, bitmez sandıkların bitmişti. Nice unvanlar, nice koltuklar bırakılıp gidilmişti. Şimdi sıra sendeydi!
Odanda hararet oldukça yüksekti, ama sana karşı ortam hayli soğuk muydu ne? Epeydir üzerinde düşündüğün fikrin meşalesini ateşledin. Bir arkadaşından gelen mesajda şöyle yazıyordu, “Umarım o meşale hep olması gerektiği gibi yanar ve bu yaşama sevincin her sabah aynı şekilde tazelenir.” Umut ne güzel bir ışıktı yolunda. Bir elinde, yelkovanın acımasızca kamçıladığı zamana inat, umut aşıladığın filizler; öbür elinde, yepyeni maceralara yelken açtıracak mahir hayallerle emekli olma kararı almıştın. Sahi ne kadar geçti üstünden? Kararlıydın. Hep öyle oldun. Bu yolculuğunda bazen hüzünlenecek, bazen kırılacaktın. Kim bilir belki doyasıya ağlayacak ya da bazı günler çılgınca eğlenip kahkahalara boğulacaktın.
Bir beden diğer yarısına kızabilir mi?
Yorarsa evet,
Ama olmadan yaşayamaz.
Bir kelebek kozasından kurtulabilir mi?
Vakti geldiyse evet,
Ama olmadan kanatlanamaz.
Bir yelken rotası olmadan gidebilir mi?
Rüzgâr varsa evet,
Ama estiği yere gitmeye razıdır.
Yorulsam da şaşırsam da,
Kozamdan sıyrılıp
Özgürce kanatlandığım
Her yolculukta
Deneyimlerimle bir bütünüm…
Yaşamak böyle bir şeydi işte! Nefes aldığın müddetçe kendine yeniliklerle yoğrulmuş biçimlenme fırsatı oluşturacaksın. Söylenen sözler, geçen zaman, fırsatlar… Bu üç şeyin geri dönmeyeceğini artık bilerek, sabırla ve inançla varoluş yolunda sağlam adımlarla ilerleyecektin…
Beş yıl önce…
Ocaktı. Buz gibi. Ayaz.
Ekmek kırıntılarını bırakmalı pervaza. Soğukta aç kalmasınlar. Bu odada ne çok yabancı ses var. Duymamalı kafada yankılanan kaba sesleri. Görmemeli yokuş aşağıya yuvarlanan emekleri. Unutmalı dedikoduları ve kapının eşiğinde çiğnenen selamları. Bin yerinden yamanmış bir yanlış büyüyor sanki göğüs kafesinde. Bu ve benzeri cümleleri taşıyacak mecal kalmamış. Nasıl ya da ne şekilde cevap verdiğinin de bir önemi yok. En makulü, dilsizlik.
Hazırlamak için saatlerce uğraşmıştın oysa. Bir numara küçük giyilmiş ayakkabı sıkışıklığında. Ya öncesindeki çalışmalar. Saatler, günler, haftalar. Gereğinden fazla önemsemeler, yorgunluklar ve numarası hızla artan gözlükler. Üretkenliği severdin. Fakat sık sık ortaya çıkan kişisel rekabetlerden yorulurdun. İlgini çekmeyen dedikodulardan bunalırdın. Ah bu gerginlikler! Sürekli kaos oluşturan toplantılar! Herkesin aynı dille konuştuğu ancak kimsenin bir başkasının fikrini dinlemediği. Ya da dinliyormuş gibi yaptığı. Fakat bitse de gitsek diye telaşlandığı. Atışmalı. Bir arpa boyu mesafe alınamayan. Zihninde, enkazlar oluşturan sarsıntılar gibi yaşardın onları.
Yıllar yılları fırtına, kar ve sis demeden kovaladı. Seni sana bıraktıkları her güne sığdırdığın fikirler ve gayretlerle dopdolu. İş hayatına neredeyse yirmi iki sene önce başladın. Bitkindin. Ne mecali yüklenip zamana yetişebildin ne zamanı denk getirip kendini şımartabildin. Ah o kaçırdığın fırsatlar! Oysaki hayatını hep planladın. PUKO -Planla, Uygula, Kontrol et ve Önlem al- Bu döngüyle yönetmeye çalıştın her şeyi. Zihninde durmaksızın bir saat gibi tıkır tıkır çevirdin onu. Hatta bazen mekanikleşme belirtileri göstermeye başlıyorum galiba, diyerek endişelere kapıldın.
Zamanını hep işe ayırdın. Zorunlu ihtiyaçlarını karşılama dışında özel zamanın pek olmadı. Kendini âdeta işe kaptırdın. Saatlerce gözünü bile kırpmadan bilgisayar başında çalıştın. Sadece sabah ve öğleden sonra kısa kahve molası bahanesiyle ekrandan uzaklaşabildin. Ah sabahları karnını doyurmak için pencerenin önüne konan kuşlar! Onlar da olmasa… “Gugguguk guuuuuuk.” Tek bu seslere aşinaydın. Tek bu seslere. Sahi kaç gün vardı mezuniyete?
Daha çok zaman var, baldan tatlı uykunun sabahına. Yıllar var daha, yıllar…
Üç metrelik bir odanın cam kenarı. Önlü, arkalı ilkokul sıraları gibi bitişik ve havasız. Odada beş masa daha var. Metrelerce kablo. Tuzak gibi. Önünde beyaz ekran. Bir Excel dosyası, çok satırlı. Dosya adı, “Beş yüz doksan beş kala”
“Hmm…daaaaa!!!” diyerek çek üstüne bir çizgi. Bir çizgi. İlk çetele. Yıllar var daha, yıllar! Kapat dosyayı…
Tebrik ediyorum o kadar akıcı ki bir çırpıda okudum yazınızı çok beğendim sanki olayları ben yaşıyormuşum gibi o kadar içindeydim hikayenizin
Harika bir yazı olmuş içine çeken, sürekliyici içten 🙏
Çok akıcı bir hikaye olmuş. Olay akışı gerçekten çok etkileyiciydi. Betimlemeler harika olmuş. Elinize, emeğinize sağlık…