Bana dünya nerededir diye sorsanız, bir koyda, bir kaldırım taşındadır diyeceğim sizlere… En ince ayrıntıları, en derin anların yükünü omzuma sırtlanır ve bir hazineye döndürürüm. Az bina, az insan, bol yeşillik ile yazılmaya başlar benim hikâyem…
Ada Pazarında, Semerciler Mahallesi’nde bir bayram günü gözlerimi dünyaya açmış, kutlu bir bebek olarak dünya ile buluşmuştum. Yıllarca insanlık sevgisini içimde taşıyarak, her sanatın insan ile var olacağına inandım.
Bilirdim, her yaratılan insan içindi. Bizim bakışımızla her şey yepyeni anlamlara kavuşabilir. Ben de deniz kenarındaki evimden dünyayı izlediğim zamanlarda, dalgaların arasına karışmak isterdim. Burgazada’nın rüzgârı hafifçe denizi dalgalandırıyordu. Gözlerimi ufka dikerek insanları izliyordum. Herkesin anlatacak bir hikâyesi vardı.
Denizimi çok severdim. Balıkçılar dostum olur, kayıklarla denizlere açılırdım. Hiç bilmediğim engin genişlikleri keşfetmek isteyerek denizleri kucaklardım. Tabiat 1906’dan bu yana böyle çevrelemişti etrafımı…
İlk öykümü bıraktığım eğitim sıralarını da bir gün bırakmıştım. Bana göre değildi bir düzenin içine hapsolmak… Fransa’ya gittiğim yıllarımda da dünyanın her yerinden gelen insanları gözlemlemek en büyük tutkum olmuştu. Fransız edebiyatını soluklarımda hissediyordum… Ancak yaşamak bana tuzaktı. İnsanları gözlemlemek, yaşamanın bile önüne geçiyordu. Burada yaşadığım üç buçuk, dört yılın ardından öğretmenlik sertifikamı alıp Türkiye’ye dönmüştüm. Ancak öğretmenlikten istenen öğrenci anlayışı bana zıt geldiğinden olsa gerek, daha fazla orada durmayı tercih etmemiştim. Verdim istifamı, zincirlerimden kurtuldum. Benim ruhum özgürdü. Nasıl başkalarına, katı sınırlar dahilinde bir şeyler öğretmeye çalışabilirdim ki?
Ben devamlı yazıyordum. Kelimelerle yazmasam, zihnimle daima yazıyordum…
Okul sıralarımda yazdığım ilk hikâyem, rüzgârlı hayatımdan akisler içeriyordu. Hayatıma olan etkilerini, “Ne serin, ne tuhaf rüzgârlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için rüzgârları kokularından lodos, poyraz, karayel, günbatısı diye tefrik eder, tanırdım.” cümleleriyle hikâyeme akıtmıştım.
Askeri hastane raporumla askerlikten bile muaf tutulmuştum. Babam, arkamdaki en büyük destekçimdi, ta ki onu kaybedene dek…
Ancak ben hiç vazgeçmemiştim. Kısa hikâyeler, röportajlar olmadan hayatım boş bir levha gibi gelirdi.
Sizi bilmem ama benim dünyamda insanlar birbirine yasaktı. Ruhumu yalnızlıkla kardıklarını düşünürdüm. Bir boşluk yankısı etrafımı sarardı. Sokaklarda, kahvelerde, meyhanelerde dolaştığım yıllarda, aylak kabul edildiğim bile olurdu.
Oysa ben her yerden bir insan manzarası okurdum. Her yerde, zenginleşen farklı dünyaların olduğu insanlar… Her durumun, her insanın bilinmeyen, keşfedilmeyi bekleyen bir tarafı vardı. Emekçiler, işçiler, yoksullar… Şehirde kaybolan insanın zenginliği, ayan beyan karşımda duruyordu… Küçük adamı anlatırdım hep. İnsanın kendine kalan tarafını…
Her insan bir dünyaydı. Herkesin alfabesi birbirinden farklıyken, çeşitliliğin ahengini okumayı sevmiştim. Tüm insanların bir arada olunca dünyayı nasıl da güzelleştirdiklerini…
Şiir gibiydi sokaklar… Şiir gibiydi tabiat…
İstanbul, deniz, hayvanlar, tüm insanlar, sevgiyle yeşermeyi bekleyen bir halde bana bakıyorlardı… Bilirdim, bir insanı önemsemekle başlardı her şey… Her şey, sevmeyi öğrenmekle başlardı…
Oysa işte, insan dünyaya ancak kendi içindekini sunabilirdi. Benim insanlarım mutluydu. Benim insanlarım sağlıklıydı…
Ta ki o zamana kadar… İşte ben de bir teşhis ardından dünyayı izlemeye başlamıştım.
İştahım yoktu. Çabuk yoruluyordum… Belki hayattan, belki kendimden… Bazen bulantı, bazen şuur değişikliği hissederdim… Doktora gittiğimde, hâlimin değişkenliğine bir isim bulmuşlardı bile… Siroz demişlerdi teşhislerinde…
Başka bir hayatı daha görüyordum artık… Karamsarlığı tatmış, hayal kırıklığını en derinlerimde yaşamıştım. Hikâyelerim de kahramanlarım da lüzumsuz bir adam hâline gelmişti işte… Tıpkı benim gibi…
Oysa beni dünyaya bağlayacak güç, yine benim içimdeydi. Adaya, denizlere ve balıkçılara odaklanarak yazı çalışmalarıma devam etmiştim.
Hayatın büyülü gerçeğinin peşinden gidiyordum. Büyülü bir tarafı, bir tılsımı vardı hayatın. Bunu biliyordum. Her ne olursa olsun onun peşindeydim. Bu sanatı görmenin, göstermenin izdüşümlerindeydim… Detayların içinde, o küçük nüanslarda en büyük zenginlikleri saklıyordum. Yazıyordum çünkü yazmasam, bu avareliğin ellerinde savrulacaktım. Yazmasam, aklımı yitirecektim…
Hayatta “yaşadım” demek için ne yapılmalıydı? Gözlem yapmadan yaşamak, anlamını bir düzlükte bulabilir miydi? Her insanda farklı bir şeyi gözlüyordum. Yeni baştan yaşasaydım eğer, bilemezdim yaşamanın anlamını.
Dergilerde yazılarım yayımlandıktan sonraki dönemde, ilk eserimi de çıkarmıştım. O ilk sevincimi hiç unutamıyorum. Artık benim bir kitabım vardı. Tüm kalıpları yıkmak, kendi dilimi keşfetmek istiyordum. Hayatı şiir gibi izlemek adına, en şiirsel dili bulup eserime katıyordum.
Bir bir eserlerimi yayımlamaya başladım. Hikâyelerimin sayısı on üçe çıkmış, bir şiir, iki roman, bir çeviri ve bir de röportaj yayımlamıştım. Geleceğe bir Sait Faik bırakmak istemiştim.
Nedenini bir türlü anlayamadığım bir hırçınlığım vardı üzerimde. Birçok kişiye kızıyordum. Onlarla karşılaşmak, hatta konuşmak bile istemiyordum. Hastalığımın nüksetmesine bağlıyordum bu hallerimi.
Bir Pazartesi akşamı, gece yarısından sonra fenalaştım. Siroz da geçici bir acıydı. Ama bu hâlimin üstesinden gelemiyordum… Hissediyordum… Hayatımın son anlarına gelmiştim. Bir derin nefesle gözlerimi kapadım.