Hayatın anlam arayışında insanın içsel sorgusunu dolduran bir alandır bilim, sanat ve din. İnsanlığı en çok etkileyen şey ise dindir. Buna karşılık bir de insanın temel içgüdüleriyle dinsel doğruların çatışması durumu vardır. Hayata güven duyma, dünya hayatının adaletsizliklerine kafa yorma, bir yerde karanlık bir çarka dönüşüp korkutucu bir şekilde yutmaya başlar sorgulayan bireyi. Adına delilik denilir bazen, bazen hakikaten bir deliliğe sürükler insanı. Tabi dinsel motiflerden uzaklaşma da bir sapıtma şeklinde belirir. Tam da bu noktada hala akıllı kalan kişiler kafalarında dönüp duran sorulara bir cevap aramaya başlar: “Dünyaya kötü olarak gelmeyen insan neden kötülük yapar? Kötülüğün temel sebebi insanın hayatta kalma güdüsü, yeme, içme, arzu ve tutkularını tatmin etme gibi dürtüleri mi? Evet, insan bu dürtülerle dünyaya geliyor, hayvanlar da bu dürtülerle yaratılmışlar. Peki, insanın hayvandan farkı nedir? İnsan akıllı bir varlıktır, akıllı! Peki neye, kime karşı akıllı? Erdem nedir? insanın yalnızca kendine akıllı olması nasıl bir durumdur?”
Sorgu insanı ifrat ile tefrit arasında bir yere oturtmaya başladığı anda cevabını bulur. Cevap, kötülük kavramının daha somut olarak anlaşılması olabilir. Kötülük toplumsal mutsuzluğu artıran, pesimist bir kalıba sokan, bireylerin iyimserliklerini öldüren bir durumdur. İşte böylesi karanlık bir iklimin karamsar ismidir Shophaneur. Shohaneur, 17. yy aydınlanması içinde pesimizmin ruhunu taşıdı. Shophaneur’a karşılık Kant belirdi ve öyle bir çağda hayatın onca adaletsizliklerine, kötülüklerine ütopik bir cevap aradı.
Kant teodise felsefesine yani kötülük problemlerine ilişkin Epicorus’un kötülüğün kaynağının ne olabileceği ile ilgili derin bir araştırmaya girişti. O, Tanrı’nın mükemmel adaletine ve sonsuz iyiliklerine karşın, üstelik de yüce bir güce sahip olduğu halde ve her bilgi onun izniyle olmakta iken; Tanrının neden kötülüklere izin verdiğini veya neden engel olmadığını ya da kötülüğün kaynağının ne olabileceğini araştırmalıydı. Bunun için öncelikle insanın şemasını çizmek gerekirdi. Başta da değinildiği üzere insanı hayvandan ayıran bir özellik olmalıydı; ve evet, öyle bir özellik vardı; o da akıldı. İnsan akıllı bir varlıktı. O halde insan aklının bir şeması çizilmeliydi. Bu insanın özüydü. Öze ulaşmak insanı tüm varlıklar arasında en mükemmel varlık yapabilirdi.
Daha önce dogmatik düşünen Kant, David Hume’un septik kurguları, bitmeyen vehimleri ile farklı bir pencereye açtı gözlerini. “Hume beni doğmatik uykumdan uyandırdı ” dediği anda sorularının cevaplarını da bulmuştu. Dünyanın gerçekliğini Hume’nin kurcaladığı idelerden ayrıştırdı. Çile ile dolu bir dünyanın değerli sayılabilecek güzelliklerinin aslında maddi zenginliğin değil, sebat içinde bir taharri ile ortaya çıkan bir gerçekliği olan insan aklıydı. Ve sorularının yönünü değiştirerek “insanın akıl yetileri daha farklı boyutu ile ele alınabilir mi?” şeklinde farklı bir boyuta yöneldi.
Evren bir teselsül içinde debeleniyordu. Ve insan bu teselsülün temel etmeniydi. Bütün kötülüklerin kaynağı olduğu gibi iyiliklerin kaynağı da olabilirdi. İnsan aklı değerli bir tohum gibi özündeki tüm mahsulü türlü çeşitlilikte sunabilirdi insanlığa. Klasik bilimin doğma tutumları, insanın evreni salt gördüğü kadar olduğu üzerine insana yetinmeyi öğretirken – ki o dönemin felsefe konusu doğaydı- Kant insanın, akıl ve düşünme üzerine araştırma yetisinin kısıtlanmış olduğu gerçeğini dile getirip, evrende mükemmel bir denge olduğunu buna paralel gitmesi gereken evrensel ahlak yasaları da olması gerektiğini dile getirecekti. İnsan özgürlüğü de bu çerçevede evrensel ahlak yasaları ile oluşturulmalıydı.
15. yy’ da değersizleşmiş insan vardı. Dogmatik kurallar insan idrakini öldürüyordu. 16 ile 17. Yüzyılları insanın, hayatın anlam arayışının olduğu bir devirdi. Varlık bilimi ortaya çıktı ve ontolojik kavramları teşrih etmeye girişti. Düşünme sancısı, insanın kıymetli bir öz barındırdığı çıkarımlarıyla, felsefede yeni kapılar açtı. Artık vehim, insanı septik yargılara sürüklemekten ziyade insanı değerli kılabilecek ve hayatı anlamlı bir zemine oturtabilecek ipuçlarına götürüyordu insanı. Ve artık hayatın anlam arayışında hedef; varlık ve bilgi olmalıydı. Varlık, varoluş ne olabilirdi peki? Bilginin kaynağı epistemolojik olarak nasıl ele alınabilirdi? Bilgi metafiziksel bir yola götürüyordu insanı. Ve metafizik başka bir alandı. Descartes’e göre ‘metafizik ’ bir ağacın kökleriydi. O halde o ağacın köklerine, derinlere nasıl ulaşılabilirdi? Hep daha da derine inmek mümkün müydü?
Kant ile ortaçağ zihniyetinin bu şekilde uzayan yanlışları yıkılarak yerine felsefe dünyasında, insanın kıymetli bir hazineyi taşıdığı ve bu çerçevede insana ait olan o mutena tözün yani aklın mucizevi gücünün bilgiyi sentezleyerek çıkarsamalarda bulunabilecek iradeye sahip olduğu belirlendi. İnsan hakikatinin şematik şablonu çizildi. İnsan, oldukça rasyonalist lakin salt rasyonel olmamakla beraber diğer canlılardan ayrılan bir iradeye, yeteneğe ve duygulara da sahip olduğu vurgulandı. Bu insanı, insanın sebep olduğu kötülükleri, ahlakı, ahlaki eğitim şeklini konuşmada önemli bir adım olacaktı. Tabi bu durum insanı her yönüyle ele almanın zorluğunu da beraberine getirecekti.
Sonuç itibari ile insanın dünyaya gözlerini açmasıyla beraber başlayan hayat yolunda, ortaya çıkan kötülüklerin kaynağına inmenin derinliklerinde yine insanın yattığı gerçeğiyle yüz yüze gelmek, kabiliyetli bir varlık olan insanın kendi gerçekliğini ve farkındalığını kazanmanın önemine doğru da bir yol açar. Bu yol felsefe ile zenginleşir. Felsefe, insanın anlam arayışını ontolojik bir boyuta taşır. Ontolojide insanın varlık üzerine eğilmesi, kendisinin bu varlığın bir parçası olduğunu görme bilinci vardır. O halde hayatı anlamlı kılan erdemli bir hayat gereklidir. Erdemlerin de ahlaki olgularla kendini gösterdiğini düşündüğümüzde, insan için en önemli şeyin ahlak olgusu olduğu gerçeğini de görmekteyiz. Ahlak insanı içine alan ve tümünü kuşatan bir küre, şamil bir olgudur. Ahlakın öncüsü olan Kant’ın dünya görüşünde ise bu yönde evrensel ahlak yasalarının önemi dile getirilir, ütopik de olsa evrensel ahlak anlayışının topluma kazandırılması neticesinde mutsuzluğa yol açan kötülüklerin önünün büyük ölçüde kapanacağının vurgusuna varılır.