Kuralı olmayan insan, hayatını düzene sokmuş bir insanın düzenini bozmak için ansızın çıkagelen yırtıcı bir kuştur; özenle inşa edilmiş bu düzeni, keskin pençeleriyle bir çırpıda darmadağın eder. Bu, bir baharın dallarını titreten fırtına gibi duygulu değil, bir o kadar da acımasızdır; çünkü özgürlüğün kanatlarını kırmaya çalışanlar, gözyaşlarıyla ıslanır ve sonunda sessizce yığılarak bir gün yere çöker.
Bu kırılış, bir nehrin yatağını terk etmesi gibi, kaosun sessiz çığlıklarını taşır. Kuralı olan, düzenin gölgesinde nefes alırken, kural tanımayanın gölgesiz adımları toprağı sarsar. Biri kökleriyle tutunur hayata, diğeri ise rüzgârın peşinde savrulur; ama her savruluş, bir başkasının dallarını koparır. Bu, ne başlangıcı belli bir hikâye ne de sonu görülen bir masal; yalnızca kalbin derinliklerinde yankılanan, hüzünle örülmüş bir ahenktir.
Kuralı olan insan, bir sabahın sakinliğinde uyanır; gökyüzü berrak, kuşlar usulca uçarken bakar, sevinç dolar. Onun dünyası, huzurla dolu bir bahçe gibidir, her adım ölçülü, her nefes tanıdıktır. Ama kuralı olmayan, o bahçenin kapısını bir kasırga gibi devirir; çiçekler ezilir, dallar kırılır, düzenin sessiz şarkısı feryada döner. “Kuralsız” der, “ben kasırgayım, ben özgürlüğüm!” Oysa onun özgürlüğü, bir başkasının zincire vurulmuş düşlerinin çalınmasıdır.
Bu çatışma, bir denizin dalgalarıyla kayalıkların bitmeyen kavgası gibidir. Dalgalar özgürce yükselir, kayalar direnir; biri var olmak için çırpınır, diğeri var kalmak için susar. Kuralı olmayan, dalgaların coşkusunu taşır kalbinde; sınır tanımaz, engel bilmez, kendini sonsuz sanır. Kuralı olan ise kayalar gibi dimdik, sessizce bekler; çünkü o, zamanın sabrına inanır, fırtınaların geçeceğini bilir. Ama ya fırtına geçmezse? Ya dalgalar kayaları un ufak ederse? İşte o zaman, düzenin son nefesi, kaosun çılgın çığlığına karışır.
Bu hikâyede kimse kazanmaz. Kuralı olmayan, özgürlüğün bedelini yalnızlıkla öder; çünkü rüzgâr, ne kadar güçlü essin, bir gün durulur ve ardında kimseyi bulamaz. Kuralı olan ise kırılan dallarını toplar, yıkılan duvarlarını onarır; ama gözlerinde hep bir eksiklik, kalbinde hep bir sızı kalır. İkisi de birbirine bakar uzaktan; biri uçsuz bucaksız bir çöldeki serap, diğeri o çöldeki kurumuş bir ağaç gibidir. Aralarındaki mesafe, ne kapanır ne azalır; sadece büyür, sessizce büyür.
Belki de asıl mesele, kuralların varlığı ya da yokluğu değildir. Belki de mesele, insanın insanla kurduğu o görünmez bağda yatar. Kuralı olan, o bağı korumak için yaşar; kuralı olmayan, o bağı koparmak için. Ama her kopuş, bir yara açar; her yara, bir iz bırakır. Ve bu izler, ne rüzgârla silinir ne de taşla örtülür. Onlar, insan denen varlığın en derin gerçeğidir: Ne kadar özgür olursak olalım, ne kadar kurallara sığınırsak sığınalım, birbirimize dokunmadan edemeyiz. Ve işte tam da bu yüzden, kuralı olmayanın kuralı olanı hiçe sayışı, bir bıçağın kalbe saplanması kadar keskin, bir annenin evladına sarılması kadar yumuşaktır. Bu, hayatın en büyük çelişkisi, en hüzünlü şiiridir.