İnsan psikolojisi ve sosyal bağlar, uzun yıllardır araştırılan konular olmuştur. Duyguların oluşumunda geçmişimiz, şimdimiz, bulunduğumuz çevre, yetiştiğimiz aile gibi birçok faktör etkili olabilir. Hatta hava durumuna göre kararıp, aydınlığa göre kucak açabilmekteyiz. İlişkilerimiz göz önüne alındığında, amaç-sonuç bağlamında bir düzenden bahsedilebilir. İnsan kalbini ele alırsak, somut olarak kafamızda canlanan parçalarına ayrılmış bir döküntü gibidir. Fakat biyolojik olarak baktığımızda, kalp bir organ olup kırılma özelliğine sahip değildir. Psikoloji bize ne anlatmak istiyordu o zaman, sahiden? Cisim özelliği olmayan sözler veya olaylar, ruh sağlığımızı zedeleyerek bizi birkaç parçada farklı insanlara dönüştürebiliyordu.
Birebir ilişkiler, karşılıklı ifadesini merkez konumuna alarak, bizleri bir bağlamın içinde döngüler denizinde ilerletiyor. Bu karşılıklı voleybol oynamaya benziyor. Topu kendi kendimize atarak bu sporu yapmış olamayız. İlişkiler bir muhatap çerçevesinde ilerler ve ortaya iletişim çıkar. Belki bu, ilk aşamasıdır her şeyin; ama zamanla büyük veya geçici bağlar kurmamızı sağlar. Esas konumuz beklenti ele alındığında ise, zihin ve insan davranışlarının belirli bir sınırlandırmaya uğrayıp, aynı şekilde muamele göreceği inancına odaklı olarak işlediği görülmektedir. Süreç boyunca tavırlar incelendiğinde, sınırlandırma kendini karşı tarafta yansıma halinde, iyi ifade edilmemiş şekilde gördüğünde, ortaya da hayal kırıklığı çıkmış olacaktır. Kendi kendine konuşan bir insanın çok ses harcayıp, hiç sesini duyuramadığı o uçsuz bucaksız volkanizmanın bir parçası haline gelmesi gibidir. Bazen de beklenti, yankı yaptığında, sesimizin bize dönüşündeki yalnızlıktır. İnsan ne hisseder, ne hissetmez, hep özünde saklıdır. Aslında duygular, evrenin süzgecinden geçirilirken, çevremizi oluşturan her şey ele alındığında, her tarafı ayrı bir dünyaya açılan bir renk cümbüşü ortaya çıkıyor. Bu renk cümbüşünün içinde bilinmezlik renkleri dahil, soyut veya somut bir sürü düşünce ve bakış açısını meydana getiriyor. Beklenti de siyah bir yolculuğun sonundaki beyaz ışığa odaklanmış bir insanın arayışıdır. Zihin nasıl güveniyordu ve ortaya bir bekleme eylemi çıkıyordu? İnsanlar, doğası gereği güvenmek isterler. Sağlam bir noktadan ayrılmak istemedikleri gibi, o noktayı virgül yapmak isterler ve yola birlikte devam etmek isterler. Hep bir “birlikte” ifadesi yer alıyor. İnsan, insanın ilacı oluyor. Peki ya tam tersi olursa? Yürüdüğümüz yolun en sonundaki o ışık, artık bizim elimizdeki meşaleye ışığını devreder. İnsan her şeyi kendisi yapmaya karar verir. Beklenti artık tamamen yok olmuştur. Meşalemiz de sönerse, insan kendine mi döner? Biz buna daha çok içine dönmek, hayattan kendini soyutlamak diyebiliriz. Bir yol her zaman vardır, aydınlık vardır ya da yoktur. Parlaması gereken aslında kendimizdir.
Belki de içimizi serecek duruluk, bize dahil olan her şeyi dışarıya göstermek, bir cam gibi birçok parçaya ayrılmaya sebep oluyordur. Yeni adımlar atarken, ayağımıza batıp bizi durduran bu onarılmaz parçalar mıdır? Onarmak zamanını bekler. Zaman, camları bir arada tutar. İnsan, her zaman yeniden başlamayı, zamanın içinde kendini onarmayı, zamanın da desteğiyle başarır.