Koşuşturmalı bir günün destekçisi, hoş bir sohbet eşlikçisi, önemli anların başrolü, uykusuz sınav gecelerinin kurtarıcısı, kokusu ile ruha dinginlik veren. Evet evet! Hepsi benim için kahveyi tanımlıyor. Hadi o zaman kahvenin hakkını verelim. Kendisinin kısaca tarihine bakalım.
Kahve bitkisinin kökeni Afrika’ya dayansa da içecek olarak kullanımı Güney Arabistan’a dayanıyor. 17. Yüzyılda Venedikli tüccarlar yolu ile Avrupa’ya taşınıyor. Zamanla Amerika, Asya ve Afrika kıtalarına da yayılarak geniş çapta tüketilen bir içecek haline geliyor. Brezilya, Kolombiya, Vietnam başta olmak üzere tropikal iklimli ve yükseltili bölgelerde ağırlıklı olarak tarımı yapılıyor.
Kahvenin ülkeden ülkeye kendini güncellediğini hatta farklılaştığını görüyoruz. Bunun sebebi; demleme süresi, öğütme boyutu, su sıcaklığı, süt miktarı hatta süt köpüğü miktarına göre bile değişebiliyor.
Peki biz Türklere nasıl geldi? Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) Yemen Valisi Özdemir Paşa kahveyi bizim kadar sevmiş ve İstanbul’a getirmiş. Zamanla saraya da giren kahve gözde içecek haline gelmiş. Öyle ki padişahın ya da devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan kişiye ‘’kahvecibaşı’’ diye rütbe bile verilmiş. Kahvecibaşları sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilirmiş. Hatta Osmanlı’da kahvecibaşılıktan sadrazamlığa kadar yükselenler bile olmuş.
Kahvemiz saraydan konaklara, oradan da halkın evlerine giriyor. Avrupa’ya yayılışı da İstanbul’a gelen Venedikli tacirler ile oluyor. Önce İtalya sonra Paris ve Londra’ya kahvenin kokusu yayılıyor…
Kahve bu kadar hayatımızdayken ona zamanla yüklediğimiz anlamlar da olmuş tabii… Osmanlı zamanında eve misafir geldiğinde, ev sahibi Türk kahvesi yanında su da ikram edermiş. Önce suyu içerse karnı aç olarak kabul edilir, hemen sofra kurulurmuş. Böylece aç mısın, tok musun diye sorulmaz, misafir utandırılmazmış. Kahve yanına su konmasının bir başka nedeni ise; padişah kahveye parmağını daldırıp ardından suya daldırır ve kahvenin suyun içinde dağılımına bakar, zehirli olup olmadığı buradan anlaşılırmış. Yani oluşabilecek bir güvenlik zafiyeti önüne bu şekilde geçilirmiş.
Bilimsel sebebine bakacak olursak, kahvenin içinde bulunan yüksek oksalat böbrek taşı oluşumuna sebep oluyor. Yanında içtiğimiz su ise oksalatın böbreklerden atılmasına yardımcı oluyor. Ayrıca Türk kahvesi telveli ve keskin bir tat olduğu için ardından içilen su ağzın temizlenmesine ve tadın hafiflemesine yardımcı oluyor.
Kahveye yüklediğimiz bir diğer anlam da tuzlu kahvede karşımıza çıkıyor. Eskiden görücü usulü evliliklerde, kız ve erkek tarafı birbirini ilk kez görürmüş. Gelin hemen bir kahve hazırlar, yanına şeker ya da tatlı koyarmış. Bunun anlamı ‘’damadı beğendim, ailem ve ben razıyız’’ demekmiş. Ancak beğenmezse içine tuz koyarmış. Ardından damat ve ailesi gider, bu işten vazgeçilirmiş. Bir diğer rivayet ise günümüzdeki anlamıyla örtüşüyor. Birbirini seven iki genç, kız isteme merasiminde bir araya gelir, gelin damada tuzlu kahve yaparmış. Damat tuzlu kahveyi içerse, gelinden gelecek tüm istekleri karşılayacağı ve tüm zorluklara göğüs gereceği anlamına gelirmiş. Tuzlu kahve uzun yıllardır süregelen bir gelenek haline gelmiş ve hala günümüzde devam ettiriliyor.
Kahve benim için yorucu bir günün sığınağı, bazense sevdiklerimle edilen güzel ve uzun sohbetlerin tanığı.. Hani kahve işinin ehli Kolombiyalıların dediği gibi, ‘’kahveyi gece kadar siyah, cehennem kadar sıcak ve bir kadın kadar tatlı içeceksin.’’ İşte benim için de öyle. Sıcak, zifir siyah bir kahvenin günlük rutinimdeki yeri büyük. O sebep bu yazıda uzunca kendisine yer verelim istedim.
Kahveye ayıracak vaktinizin ve içerken eşlik edecek eş, dostunuzun bol olması dileklerimle…
Sonuç olarak kırk yıl hatırı var daha ne olsun…Güzelmiş emeğinize sağlık… Tebrik ederim.