Artık uyanması gerektiğinin farkına vararak yorgun bir şekilde açtı gözlerini. Kalkmayı her ne kadar istemese de aklına bu hafta içerisinde okula gideceği son gün olduğu geldi ve her zamankine göre daha istekli ve hızlı olarak kalktı yatağından “Evet, sıradan bir güne merhaba.” diye usulca mırıldandı.
Gereken şeyleri yapıp çok vakit geçmeden evden çıkarak durağa doğru yürümeye başladı. Her zamanki yol, her zamanki hava ve her zamanki binalar dercesine hafif kısık gözlerle etrafa bakındı, her yer aynıydı. Karşısında duran köşeden sağa doğru döndü ve ilerlerken sıradan bir ağacın yapraklarının güneş ışıklarıyla ışıldadığını gördü. Nedense bu görüntü hoşuna gitmişti, içini tatlı bir his kapladı. Durağa geldiğinde sağa ve sola baktı, durgundu ve ışıl ışıldı her yer. Sabah saatlerinin sessiz ve sakinliğini seviyordu. Durakta bulunan kişilerin konuşmalarının gereksizliğine kulak asmamayı neyse ki öğrenmişti. Derken birden düşünmeye başladı:
“İnsanlar, bu kısacık hayatlarına bu kadar fazla gereksizliği nasıl sığdırabiliyorlardı, nasıl yapabilirlerdi böyle bir şeyi kendilerine? Her gün sevdiklerinin yüzüne bakarken, mis kokulu çiçeklerin yanlarından geçerken ve onlar bu lüzumsuz tavırları sergilediği esnada birçok insan bazı şeylere geçmişte başlamış olmayı dilerken, belki de hastanede gözyaşları dökerken… Yalnızca bir tane hayatımız var, yalnızca bir tane. Alınan her nefes, bu nefesi alabilmek için vücudun gösterdiği eşsiz çaba ve uyumu ne kadar da kıymetli.”
Reca bunları ifadesiz yüzünün arkasında düşünürken otobüs gelmiş ve çoktan okula gitmişti.
Aynı yüz ve konuşmalara aldırış etmeden Cemil Meriç’in sözlerini zihninde canlandırmaya çalışıyor, aynı zamanda da sakince gökyüzünü izliyordu. Dersleri her zamanki gibi dinledi ve nihayet okul bitti. Ayların oluşturduğu döngüye devam etti. Eve doğru aynı yoldan yürürken sarı bir kedi gördü. Bir ağacın altında oturuyordu, serin olmalıydı. İstemsizce elini uzattı sevmek üzere ama eli kediye değer değmez kedi ayağa kalktı ve koşmaya başladı.
Reca da kedinin ardından doludizgin koşmaya başladı. Neden koşmaya başlamıştı, bilmiyordu. Neden şu anda koşmaya devam ediyordu, bilmiyordu. Tek bildiği bacaklarının devamlı koşmaya devam etmesiydi. Sanki “ezelden beri” gitmek istediği bir yer vardı ve şimdi bu bilinmeyen yer onu çağırıyordu. Birkaç dakika boyunca koştuktan sonra yorulduğunu tam anlamıyla hissetmeden kedinin durduğunu fark etti. Kedi, yeşil bir bahçenin içinde bulunan minik bir kitapevinin önünde durmuştu. Her yer çok güzel ve zarif görünüyordu. Reca, kendisi bile nasıl olduğunu anlayamadan bahçeye girdi ve etrafa bakınmaya başladı. Birçok detayı içerisinde barındıran bu minik kitapevi şüphesiz masaldan düşmüşe benziyordu. Taşların üzerine basarak kitap dükkânı ve kütüphanenin karışımını andıran bu tatlı yapıya doğru ilerledi.
Kapıyı açınca tatlı bir ses onu karşıladı:
“Merhaba, hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi sesi iç ısıtan orta yaşlarda bulunan bir bayan
“Ben… k-kitaplara bakmak istemiştim de.”
“Tabii. Nasıl kitaplardan hoşlanırsınız?”
“Öze hitap eden kitaplardan hoşlanırım.”
“Anladım, sanırım psikoloji türünde okumak istiyorsunuz.”
“Bir romanı ‘roman’ yapan şey doğruya yaklaşan psikolojik tespitlerdir. Dolayısıyla, psikolojik tespitleri içerisinde barındıran bir roman okumak istiyorum.”
“Elbette. Lütfen beni takip ediniz.”
Bu son derece kibar hanımı takip eden Reca hızla etrafa bakınmaya başladı. Kuşkusuz bu harika yapının içerisi dışından çok daha detaylı, çok daha güzeldi, en azından Reca böyle düşünüyordu.
Kibar hanımefendi oldukça büyük ve görkemli bir kitaplığın önünde durdu. Reca o kadar uzun zamandır heyecanlanmamıştı ki resmen bu duyguyu unutacak olmuştu.
Heyecanla rafların arasında dolaşıyordu, içini saran bu duygu onu hoşnut etmişti. Heyecanla karışmış bir dalgınlıkla sordu:
“Acaba bu içinde bulunduğumuz yapı tam olarak ne? Kütüphane mi, kitapevi mi bir türlü anlayamadım.”
Adını henüz bilmediği güler yüzlü hanımefendi karşılık verdi:
“Kitap kafe diyebilirsiniz, aslında kitapları çok iyi biliyormuşsunuz gibi bir haliniz var, dokunduğunuz pek çok kitaba ‘okumuştum, güzel bir kurgusu vardı hatırladığım kadarıyla’ edasıyla baktınız. Neden kitap kafeye ilk defa geldiğinizi pek anlayamadım.”
Reca cümleyi duyar duymaz başını öne eğdi ve yere bakmaya başladı. Birkaç saniye sonra şu cümleler döküldü kısılmış dudaklarının arasından:
“Ben… dışarı çıkmayı pek istemiyorum, en azından bir süredir. Bu bakımdan dışarıda olan şeyleri daha çok kitaplardan duyarım. Gülmeyin bana lütfen, biliyorum, bu çağ ve bu nesle ait olmadığımı biliyorum.”
Kibar hanımefendi daha sıcak bir tebessümle karşılık verdi:
“Anlıyorum, biliyor musunuz, sizi geçmişte olduğum kişiye benzettim sanırım biraz.”
Reca başını kaldırdı ve parlayan gözlerle sordu:
“Geçmişte olduğunuz kişi şu an olduğunuz kişi değil midir? Ne demek istediniz tam olarak?”
Kibar hanımefendi duraksadı, ardından gülümseyerek şunu söyledi:
“Sanırım öyle, şu an olduğum kişi… Çok farklılar, nasıl anlatabilirim ki?”
“Biliyor musunuz hanımefendi, sizinle konuştuğum birkaç cümle bile beni mutlu etti, sanıyorum ki sizi tanımak istiyorum.”
Kibar hanımefendi tebessümünün sıcaklığını biraz olsun kaybettirmeden alaycı bir gülümsemeyle sordu:
“Hangi insan hangi insanı tanıyabilir ki küçük hanım? Aynı şeyleri düşünmediğiniz, aynı şeyleri hissetmediğiniz (her ne kadar aynı şeyleri hissetmek imkânsız olsa da) ve aynı pencereden (bakış açısından bahsediyorum) bakmadığınız birini nasıl tam anlamıyla tanıyabilirsiniz? Bir insanı tanıdığını sanmak, ‘tanıdım’ diyebilmek… Ah, ne büyük yanılgı.”
Reca’nın adeta gözleri parlıyordu. Kibar hanımefendiye dönerek şöyle söyledi:
“Kendimiz de dahil olmak üzere pek çok insanı ancak bir seviyeye kadar tanıyabiliriz, lakin bu seviyenin hangi seviye olduğunu, hatta bazen gelinen noktaya (gelinebilirse tabii) ‘seviye’ diyebilir miyiz, bunu bile bilemeyiz. Neleri sevdiğini, ne yaptığını, adını veya nerede yaşadığını bilmekle bir insanı tanıyamazsınız. Hanımefendi, siz, çok eskiden okuduğum amma velakin adını bile hatırlayamadığım bir kitaba benziyorsunuz. Sizi tanımama yeterli olmayacağını bilsem bile sizden kendinizle ilgili şeyler duymak istiyorum.”
Kibar hanımefendi olduğundan daha da ilgili şekilde konuşmaya başladı:
“Bunu ben de istiyorum zannedersem, küçük hanım. Ben Ümit, eczacı olmama rağmen çeşitli nedenlerden dolayı burayı şu anda olduğu hale getirmek için oldukça çaba harcadım. Kısacası kitapların kendi hakikatimin kapısını aralayan ulvi bir ışık olduğunu anladığım, anlamakla kalmayıp özümsemeyi ve özüme işlemeyi biraz olsun başarabildiğim günden beri güdümü gün gün harmanladım ve bu yola bir adım attım. Küçük hanım, gözleriniz… Solgun ve ‘derin işlenmiş’ kitap sayfaları gibi. Derin işlenmiş diyorum dikkat edin, sizi ilk defa görmüş olmama rağmen sizde kendimden bir şeylere rastlamışım gibi hissediyorum.”
Reca, olduğundan daha da heyecanlanarak solgun yüzüne bir ışık getiren bu hanımefendiye yaklaşarak şunları söylemeye başladı:
“Ben de Reca… Reca Nilgün. Hanımefendi, hayır, Ümit Hanım, sanıyorum ki isimlerimiz aynı anlamın etrafında dönüyor. Siz, tesadüflere inanır mısınız?”
“Hayır, tesadüflere inanmam. ‘Tesadüflerin’ eşsiz düzenini oluşturana, ‘en güzel olana’ inanırım. Ne diyeceğinizi biliyorum küçük hanım, tesadüflere inanmak da ‘en güzel olana’ inanmak değil midir, diyeceksiniz. İnsanlar, herhangi bir ortamda bulunmanın, aynı şeylerden söz etmenin hatta aynı şehirde yaşamanın bile bir tesadüf olduğuna inanır. Onların ‘tesadüf algısına’ inanmam. Tesadüfün özüne inanırım ben.”
Reca Nilgün, yalnızca birkaç kelimeyle cevabını belki de alabileceği en iyi şekilde almışa benzeyen gözlerle bir süre düşündü. Sonrasında kitaplardan birine bakarak şunları söyledi:
“Uzun zaman önce, günlerin birinde ‘öylesine’ düşünmüş olduğum şeyleri sayılı kelimelerle bu kadar iyi anlatmak… Mümkün olduğuna inanamıyorum. Yaprakların moleküler diziliminden düşüşüne, karıncaların görmeyişinden yürüyüşüne ve kuşların bakışından kanat çırpışına, bu eşsiz düzene, bu eşsiz düzenin hakimine, gündüze ve geceye, Sezai Karakoç’un deyimiyle ‘geceyi onaran mimara’ , ‘en dertli hastaları tedavi eden doktora’ , ‘ göğün ve yerin içerisinde bulunan her şeyin düzenini anlaşılmaz (bizlerin açısından) bir matematikle düzenleyen mühendise’ , ‘ yüzlerce yavru arasından kendi yavrusunu bulan hayvana ilim veren ya da ilim öğreten öğretmene’ , sonsuzluğun sonlu halinin küçük bir parçasını yer ile göğün birleştiği kısma bırakan, ‘en güzel olana’ inanmak… Ne ince bir seviş ne ince bir haykırış ve ne ince bir inanıştır bu, bu yine Sezai Karakoç’un deyimiyle ‘baktım bu ölüm değil, diriliştir.’ Ümit Hanım, anlatamıyorum. Dilimin altında bulunan, belki de oraya hiç uğramamış olan ama varlığını hissettirerek haber veren hiçbir şeyi şu anda size anlatacak şeyi bulamıyorum. Bakınız, ‘şeyi’ diyorum çünkü hiçbir kelime, hiçbir cümle hatta hiçbir destan anlatamaz bu içimde insan gücünün onarmaya veya doldurmaya kifayetsiz kalacağı boşluğu.”
Birkaç saniye sonra cevap duymayı beklerken hızlı nefes alış ve verişleri duyan Reca, hızla Ümit Hanım’a döndü. Ümit Hanım’ın gözleri dolmuştu. Yavaşça şunları söyledi:
“Böyle bir şeyi beklemiyordum, hem de hiç beklemiyordum. Ah, yıllar sonra farklı biriyle aynı şeyleri böyle heyecanlı konuşmak… Küçük hanım, yıllar öncesinde liseye giderken bir öğretmenim vardı. Onun da sözleri ‘öze yaklaşan nadir insanların’ sözlerine benziyordu. Kim bilir, belki de öyleydi. Öyle olmasa kelimeleri o derece ahenkli kullanabilir miydi, bilmiyorum. Burayı açarken en büyük isteğim, insanların kendisine olan keşfine bir yerden başlaması için aracı olmaktı. Kendilerinin önünde olanlardan yola çıkarak ‘gerçeği’ aramalarıydı. Bunu başardım mı, bilmiyorum. Kalan ömrümde ise başarabilir miyim, bilemiyorum. Sayılı günleri, bizim açımızdan sayısız görünen (ama öyle olmayan) insanların yardımına adamak… Ah, ne ince bir çizgi bu! Ötesinin nereye açıldığını bilmiyorsun ama nasıl olduğu hakkında derin anlamlar içeren fikirlerin var. Şiirler, öze hitap eden kitaplar ve hakikatin adını cevherlerden harflerle kanatlarında taşıyan kuşlar, ne zarif ama!”
Gördüklerinin bir düşten ibaret olduğunu zanneden Reca afalladı. Ümit Hanım da, Reca Nilgün de bu harfleri aynı olmasa da kuşkusuz benzer şeyleri temsil eden iki insan derin düşüncelere dalmışlardı. Birkaç dakika sonra Reca usulca sordu:
“Öğretmeninizden bahseder misiniz?”
Ümit Hanım gülümseyerek şunları söyledi:
“Ne zaman baksam çoğunlukla kitap okurdu. Yüzüne her baktığımda büyük, tarifsiz bir acının küçük kırıntılarından birine ‘rastlardım’. Açık bir zekası olduğu hakkında kopya veren geniş ve temiz bir alnı vardı. Az konuşur ama her konuştuğunda daha önce kimsenin mevcut bir anlamda kullanmadığı kelimeleri derler ve öyle konuşurdu. Uzun kirpikleri, derin anlamları (görmesini bilene, bilirsiniz ki bakmakla görmek çok farklıdır.) ifade eden gözleri vardı. Saçları bazen hafiften alnına dökülürdü, kuşkusuz başka bir dünyadan gelmişti. Onu kelimelerle tarif etmeye çalışmak, kanatsız bir şekilde uçmaya çalışmak gibi. İsmi gibiydi kendisi de, Cemil’di ismi.”
Reca Nilgün, mevcut ismi duyunca hemen Ümit Hanım’a baktı.
“O muydu yoksa? Olabilir miydi böyle bir şey? Hayır, olamazdı ama Ümit Hanım’ın anlattığına göre Cemil Meriç’e benzer bir Cemil olmalı.”
“Tesadüf” dedi ve bunları düşünerek tebessüm etti.
Sonra çantasından bir defteri alıp içerisindeki birkaç şiirden birinin bulunduğu sayfayı yırttı ve Ümit Hanım’a uzattı. Kısa bir şiirin bulunduğu kağıdı alan Ümit Hanım okumaya başladı. Şiir şöyleydi:
“Ne kadar yazarsam yazayım, tarafımca bilinmez bir sınırı var kalem hareketlerimin,
Ne kadar nefes alırsam alayım, bilinmez bir sayısı var nefes alış ve verişlerimin,
İstediğim kadar konuşayım, sayısı yok mu kelimelerimin?
Durmaksızın çırpınayım, tarihini vermemiş mi ulvi bir hüküm mahkemesi son nefesimi verişimin?”
Ümit Hanım bu dizeleri okurken bakışlarını daha da derinleştirerek:
“Buna tesadüf değil, insani olmayan kurgusal bir mucize veya bir düş denir. Reca, doğru olduğunu hissettiğin yolda emin adımlarla yürü, eninde sonunda hayal edemeyeceğin yerlere geleceğini düşünüyorum. Dünya ve üzerinde bulunanlar seni aldatmasın, kimseye hiçbir zaman alet etme kendini. Daima isminin hakkını verme yolunda ilerle.”
Bunların ardından biraz daha konuştular ve çok anlamlı biçimde ayrıldılar. Bütün bunlar yalnızca bir buçuk saat sürmüştü. Elinde kitaplarla eve doğru yürüyen Reca, bunun olmasını sağlayan her şeye -kedi de dahil olmak üzere- içinden nazikçe teşekkür etti. Düşlerine yansıyacak kadar güzel olduğunu düşündüğü bu olayı kuşkusuz sonsuza kadar ruhunda taşıyacaktı.
Hafta sonu çok huzurlu geçti.
Pazartesi günü Reca otobüsteyken eski bir arkadaşının evinin önünden geçerken kendisinden başka birinin duyamayacağı bir ses tonu ile şunu söyledi:
“Açma pencereni, çek perdeyi Monna Rosa, bir bakışın ölmem için yetecek.”
Aklına Ümit Hanım gelince o evin olduğu bölgeye dönerek:
“Umarım günün birinde tekrar karşılaşırız.” dedi.
Hiç şüphesiz bundan sonra gittiği her yere içerisindeki güzellikleri beraberinde götürecekti.
Ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi arar dururuz ömrümüzün yettiği (‘yettiği’ diyorum, ömür dediğin neye yeter ki?) yere kadar. Kimileri kendisinin, aradığı şeyin ve içindekilerin ne olduğunun keşfine varamadan yaşar durur. Bunun farkına varabildiği kadar ‘varolur’ insan. Şüphesiz kitaplar bunun en iyi aracıdır. İncecik sayfalar insana en kıymetli hazineyi usulca kazandırır. Acaba kitaplar, göğe açılan bir kapı mıydı? Kitapların içerisindekiler her zaman insanı kendi içine mi yöneltirdi, kim bilir?