Toprağa düşeli uzun zaman olmuştu. Çileli bir süreçten sonra serpilip büyümüş, gölgesinde canlıların dinlenebileceği hale gelmişti. Nereden, nasıl geldiği belli değildi koca ağacın. Uçsuz bucaksız bozkırın tek ağacıydı. Kışın gelişi ile yapraklarını döker, baharı o müjdeler taze yaprakları ile göçmen kuşlara yuva olmanın hazzını yaşardı. Kimler gelip geçmiş, kimler gölgesinde bir nebze olsun serinlemek, dinlenmek için mola vermişti; hatırlamıyordu. Şimdilerde çok yakın iki dostu vardı. Komşu köyden sekiz yaşındaki sarı saçlı, cılız, bakışları ateş gibi olan Halil ile ağabeyi on yaşlarında kırmızı yanaklı tıknaz sinsi bakışlı İbrahim. Her sabah güneşin doğuşuyla gelirler azık torbalarını en altta ince kuru bir koluna asar, kuzuların etrafında fır döner arada bir gölgesinde dinlenir, sohbetler eder, konuşur, gülüşürler, yemeklerini yerlerdi. Koca ağaç onlara iyice alışmıştı. Güneşin ilk ışıkları ile uyanır, dostlarının yolunu gözlerdi. Yalnızlığını unutur, onların gelişi ile mutlu olurdu. Bozkırın gökyüzü ile birleştiği yerden karanlığı yırtarak gelen güneşin ilk ışıkları ile uyanan koca ağaç; Halil ile İbrahim’in gelişini beklemeye koyuldu. Kuzuların melemeleri, coşkuyla hoplaya zıplaya kendine doğru geldiklerini görünce mutlulukla gülümsedi. Onların gelişi ile yalnızlıktan kurtulduğunu hissediyor ve birlikte olmanın heyecanını yaşıyordu. İbrahim her zamanki gibi en alttaki kısa kuru dalına o günkü nevalelerinin bulunduğu çıkını asarak Halil in yanına doğru seyirtmişti. İki kardeş kuzularla şakalaşıp, gülüp eğleniyorlardı. Güneş iyice tepeye yükselmiş sıcaklığını iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Kuzular sıcağın da etkisiyle birer ikişer koca ağacın gölgesinde çönmüş, dinleniyorlardı. İbrahim çıkını daldan aldı. Sofrayı serdi. Halil’i çağırdı. Birlikte annesinin koyduğu yemekleri keyifle yemeye başladılar.
İbrahim “Halil kardeşim ben bu kıraç toprakları hiç sevmiyorum. Bir gün başımı alıp uzaklara büyük şehirlere gideceğim. Kitaplarda gördüğüm o şehirde çok zengin olacağım. Görürsün bak yaparım.
Halil “Ağabey gel etme eyleme bak ne güzel bir yaşantımız var. Annem babam sen koyunlarımız kuzularımız toprağımız var, gül gibi geçinip gidiyoruz. Hem ben sensiz ne yaparım yapayalnız.” Koca ağaç yalnızlığın ne demek olduğunu çok iyi bildiği için Halil’i çok iyi anlıyor; onun durumuna için, için üzülüyordu. Ah! Konuşabilse neler, neler anlatırdı İbrahim’e ama konuşamıyordu işte.
İbrahim “Yok kardeşim ben buralarda duramıyorum, gitmem lazım. O büyük şehri görmem orada yaşamam lazım. Buralar bana göre değil.”
Halil ne dediyse dinletemiyordu. Ağabeyi Nuh der peygamber demezdi. Öyle bir inatçı yapısı vardı. Hemen hemen her gün bu konuda konuşur, tartışırlar bir sonuca varamazlardı. Koca ağaç bu konuşmalar şahit oldukça üzülür suskun suskun öylece kalakalırdı. İbrahim sofrayı toplayıp çıkınladı ve her zamanki yerine astı. Halil de su testisini getirip, maşrapaya doldurduğu suyu ağabeyine uzattı. Bir maşrapa da kendisi içti. Her ikisi de karın tokluğunun verdiği hımbıllıkla oturdukları yerde uzanıp uykuya daldılar. Güneş bozkırın öteki ucundan kaybolmaya yüz tutana kadar kalıp, sonra yavaş yavaş kuzularla birlikte köyün yolunu tuttular. Koca ağaç yine kendisi ile baş başa yapayalnız kalmıştı. Hüzünlendi. Yine de içinde, yarın sabah yeniden arkadaşlarına kavuşmanın heyecanını yaşıyordu.
Koca ağaç, kışın o acımız ayazına karşı kendini korumak için yapraklarını dökmeye başlamıştı. Kuzular serpilip büyümüş koyun olma yolunda hızla ilerliyordu. Halil ile İbrahim ayrı bir heyecan içerisindeydiler. Okullar açılıyordu. İbrahim’ in son senesiydi. Beşinci sınıfı okuyup mezun olacaktı. Aslında İbrahim kardeşiyle konuştuğu evden ayrılma planını gerçekleştireceği günün yaklaştığını düşündükçe içi içine sığmıyor, apayrı bir heyecan dalgası tüm bedenini kaplıyordu. Günler hızla akıp geçiyordu. Havalar iyiden iyiye soğumaya başlamış, sıcaklar yavaş yavaş uzaklaşırken, bozkırı da ayazın acımasız, keskin soğuğuna terk ediyordu. Koca ağaç yapraklarını tamamen dökmüş kışa hazırlanmıştı. Yalnızlığı ile baş başaydı artık. Kar, boran, ayaz kasıp kavururken bozkırı, koca ağaç sadece yalnızlığını yaşıyordu. Halil ve İbrahim her yıl olduğu gibi ellerinde tezekler ile okulun yolunu tutuyor, arkadaşları ve öğretmeni ile keyifli zaman geçiriyor ve hayata dair çok şeyler öğreniyorlardı. İbrahim ise aklında uygulamaya koyacağı planını gerçekleştirmek adına daha dikkatli ve özenle dinliyor, her konuyu beynine nakşediyordu. İbrahim Her akşam kardeşine büyük şehir hayalini gizli gizli anlatmış okulların kapanacağı güne kadar nasıl sabredeceğini bilemediğini söyleyip durmuştu. Koca ağaç ardı ardına yağan yağmurların ardından Güneş’in gülen güzüyle birlikte dallarında yeni gözler açmış ve yapraklanmaya başlamıştı. Göçmen kuşlar yuvaya dönmüş, koca ağacın yaprakları arasında yeni yuvalar kurmaya çalışıyorlardı. Geçen senenin kuzuları koyun olmuş kuzulamışlardı. Halil ise bu sene baharı ayrı bir hüzünle karşılıyordu. Küçücük haliyle abisinin sırrını saklıyor ancak ondan ayrı olacağını düşündükçe yüreği parçalanıyor, bir köşede gizli gizli ağlıyordu. Koca ağaç iyice yapraklanmış yalnızlıktan kurtulacağı günün özlemi içerisinde yol gözler olmuştu. Arkadaşlarını da iyice özlemişti hani. İbrahim’in dedikleri aklına geldikçe içi bir hoş oluyor, üzülüyordu. İçinden “inşallah hiçbir yere gitmez kardeşiyle burada mutlu hayatlarına devam ederler” diye düşünüyordu. Serin sabah rüzgarı yapraklarını okşarken Güneşin ilk ışıkları henüz ulaşmıştı ki uzaklardan bir yerden kuzu melemelerini duyar gibi oldu. İçini kaplayan kocaman sevinç dalgası tüm dallarını gövdesini ve hatta yapraklarına kadar ulaştı. Çok özlediği Halil ile İbrahim’e kavuşacaktı. Beklemeye başladı. Çok geçmeden iki kardeşin şen şakrak sesleri kuzu melemeleri arasında duyulmaya başlayınca koca ağacın keyfi yerine geldi. Her zamanki gibi en alttaki askı görevi yapan dalına yemek çıkını asılmış, iki kardeş koca ağacın gölgesinde kuzularla oynamaya başlamışlardı. Bu Koca ağacı çok mutlu ediyordu.
İbrahim yeterince para biriktirdiğine inanıyordu. İlkokul diplomasını da almıştı. Her şey istediği gibi ilerlemiş gitmesi için hiçbir engel kalmamıştı. Kendince tüm hazırlıklarını tamamladığına inanıyordu. Sabah erkenden kalkıp kendini bekleyen bilinmezliklerle dolu hayat yolculuğuna çıkacaktı. Bu evdeki son gecesiydi. Kardeşi Halil’e sıkı sıkı sarılıp uyumak için çaba harcadı. Heyecandan uyuyamıyordu. Halil de uyumadı. Ağabeyinin son kez kendisine sarılmasının dayanılmaz mutluluğunu, sıcaklığını ve hüznünü yaşıyordu sessizce. Ağabeyinden habersiz biriktirdiği paralarını ve çok sevdiği ağaçtan oyduğu Küçük ayı oyuncağını haberi olmadan onun çıkınına koymuştu. Elinden geleni yapmanın huzuru içerisinde sabahın olmasını bekliyordu. Hava aydınlanmaya yüz tutmuştu. İbrahim sessizce yattığı yerden kalktı. Kardeşinin yanağına sessizce derin derin koklayarak öpücükler kondurdu. Gözleri dolu, dolu olmasına rağmen ayağa kalktı. Çıkınını aldı. Ayakkabılarını eline alarak usulca kapıdan dışarı süzüldü. Halil her şeyi görmüş, yattığı yerden sessizce için, için ağlıyordu. Bu olay onun yaşamında derin acı bir iz bırakmıştı. İbrahim alaca karanlıkta hızlı adımlarla anayola doğru giderken koca ağaca uğradı. Koca gövdesine tıknaz küçücük vücuduyla sarıldı “Elveda koca ağaç, seni seviyorum seni hiç unutmayacağım. Sakın beni unutma” dedi ve koşarak oradan uzaklaştı.
…………..
Halil vatan görevini tamamlamanın mutluluğu ve iç huzuruyla köyüne dönüyordu. Ege’nin büyükçe bir köyündeki karakolda yapmıştı askerliğini. Orada sulu tarımın önemini ve ağacın çevreye ne kadar yararlı olduğu bilincini kavramıştı. Jandarma olmanın avantajı ile köylülerle iyi bir iletişim kurmuş, tarım teknisyenlerinden epeyce teknik bilgi edinmişti. Köyüne döner dönmez öğrendiklerini uygulayacak, çevrede örnek olarak diğer köylülere bilgilerini aktaracaktı. Otobüs ilçe garajına gelince tüm bu hayallerinden sıyrıldı. Bagajdan asker valizini alarak şöyle bir etrafına bakındı. Derin bir nefes aldı. “Köyümün havası bir başka güzel. Daha yapacak çok işim var” diye fısıldadı gayri ihtiyari. Köy minibüsünün olduğu yere doğru yürümeye başladı. Köy durağına yaklaştıkça köylülerini görüyor, onların iyi dileklerine gülerek yanıt veriyordu. Köy minibüsünü bulmuş sessizce arkalarda bir koltuğa oturmuştu. Minibüs dolunca köye doğru hareket etti. Halil heyecandan yerinde duramıyor, bir an önce annesine babasına hasretle sarılmak doya doya öpüp koklamak istiyordu. Minibüs sürücüsü köy meydanına gelmeden havalı kornayı çalmaya başlamıştı. Köy meydanında birkaç tur attıktan sonra durdu. Orada adettendi gurbetten gelen köylü varsa aracın içinde meydana gelmeden havalı kornayı çalar, köy meydanında birkaç tur atar öyle dururdu. Halil arabadan inince köylüler etrafını sardı. Hep bir ağızdan “geçmiş olsun” dileklerini dile getirdiler gençler toplanmış Halil’i omuzlarına almış evlerine kadar getirmişlerdi. Halil anasını görünce “Anamm” diye sımsıkı sarıldı. Epey zaman öylece kalakaldılar. Ardından babasına sarıldı Halil. Evlerine girip kapıyı kapattılar.
Ertesi sabah Halil’in ilk işi koca ağacı ziyaret etmek oldu. Ağaç yapraklarını dökmüş kış uykusundaydı. Halil’in kendisine sarıldığını hissedince gözlerini açtı. Çok mutlu olmuştu. Halil’in aklına ağabeyi İbrahim gelmiş, gözleri doluvermişti bir anda. “Şimdi nerede, ne yapıyor kimlerle nasıl bir yaşantısı var? Bizi düşünüyor mu?” diye aklından geçirdi. “Koca ağaç artık hiç yalnız kalmayacaksın sana birçok arkadaş getireceğim. Hep mutlu yaşayacaksın” dedi. Biraz buruk biraz düşünceli ayrıldı koca ağacın yanından.
Halil askerde öğrendiklerini uygulamak üzere çalışmalar başlamıştı bile, Çocukluğundan beri merak ettiği hep yeşilimsi duran küçük bir çıkıntı vardı taşlı tarlalarının üst başında. Artık orada su olduğunu biliyordu. Askerde öğrenmişti tarım teknisyeni arkadaşından. Bir sabah erkenden kazmayı küreği alıp oraya gitti. Öğleye kadar kazmış yarı beline kadar gelmişti ki ayakları ıslandı, çukurda beline kadar su içinde kaldı. Başarmıştı işte. Sonunda sulu tarım için gereken suyu bulduğu için kendiyle gurur duyuyor bir yandan da çocuklar kadar seviniyordu. “Buldum! Buldum!” diye bağırarak evine doğru koşmaya başladı. Kısa sürede ihtiyacı olan ekipman ve aparatları edinmiş, ayrıca oraya beton bir depo yapılmasını sağlamış, köyde her evin suya kavuşmasını sağlamanın derin hazzını yaşıyordu. Askerden getirdiği sebze tohumlarını ekmeye başlamıştı. Askerlik yaptığı köydeki arkadaşlarının gönderdiği meyve fidelerini de dikmiş, koca ağacı da unutmamış, ona arkadaşlarını getirmişti. O ilkbahar hep birlikte yapraklanmış köye ayrı bir mutluluk ayrı bir hava getirmişlerdi. Köylüler biraz kıskançlık biraz heyecan biraz da gururla Halil in çalışmalarını izliyorlar ona takdirle bakıyorlardı. Zaman içinde tüm köylü sulu tarıma başlamış, köyün çehresi de kaderi de değişmişti. Tüm bu çabaları, çalışmaları Halil’e ağabeyi İbrahim’i unutturamamıştı. Ağabeyinin çıkınına koyduğu küçük ayı oyuncaktan bir tane daha yapmış, onu her an yanında taşıyordu. Ona baktıkça ağabeyini hatırlayıp, garip bir hüzünlü mutluluk hissediyordu.
………
İbrahim uzun, eziyetli ve yorucu bir yolculuktan sonra İstanbul Sirkeci deki büyük otobüs garajına gelmiş, içindeki kocaman korkularla usulca otobüsten inmişti. Elinde çıkını sersem sersem etrafına bakınıyordu. Karnı da iyice acıkmıştı. Kenardaki kahvenin bir köşesine oturdu. Çıkını açınca kardeşinin koyduğu küçük ayı oyuncağı fark etti. Bir de kardeşinin mendilini. Mendili açtığında kardeşinin ona bıraktığı paraları görünce gözlerinden akan iki damla yaş yanaklarından süzülüp mendile ulaşmıştı. Küçük ayıyı aldı, kardeşini öpercesine hasretle öptü. Küçücük eliyle ayıyı sımsıkı tutuyordu. Bir süre öylece kalakaldı. Sonra çıkınındaki yirmi beş kuruşlardan biri ile simitçiden aldığı simidi büyük bir iştahla yedi. Tedirgin bir mutluluk yaşıyordu yine de. İçinde çözemediği bir korkuyu bir türlü atamıyordu. Garajdan çıktı. En yakın otele yöneldi. Resepsiyondaki yaşlı adama “Otelde kalmak istiyorum, bana bir oda verir misiniz?”
Yaşlı adam “Yavrum senin yaşın tutmuyor ki. Gece polis denetime geldiğinde seni alır, ailene teslim eder. Ben de senin gibi çocuk yaşta geldim bu acımasız şehre. Seni ne çekip getirdiyse buraya ben de o yüzden geldim. Otelde kalamazsın.” diyerek resepsiyon kabininden çıktı. İbrahim’e seslendi. “Adın ne çocuk. Düş peşime. Akşam bizim fakirhanede kalırsın. Yarın da Allah kerim.” Dedi. İbrahim adını söyledikten sonra “Teşekkür ederim amca. Allah razı olsun.” Diyerek yaşlı adamın peşinden yürümeye başladı. İbrahim yaşlı adamın evinde üç gün kalmış, onun öğütlerini, uyarılarını dikkatlice dinlemişti. Helalleşip evden ayrıldı. Kaderiyle baş başaydı artık. Yaşlı adamın öğütlerini uyarılarını özümsemiş daha önce öğrendiği bilgilerin yanına yerleştirmişti. Nereye gittiğini bilmeden yürüyordu. Bazen koşar adamlarla geniş caddelerden karşıya geçiyor, bazen deniz kenarında uzun uzun yürüyordu. Çok yorulduğunu hissettiği anda cılız yapraklı ince gövdeli bir ağacın dibine oturmuştu ki yanına hırpani kılıklı, kendi yaşlarında kirli suratlı bir çocuk geldi. “Kardeş açım, bir çorba parası verir misin?” İbrahim hem korktu hem de çocuğa acıdı. “Bekle kardeş” diyerek çıkınından çıkardığı paraların içinden beş lira verdi. Hırpani kılıklı çocuk paraları görünce gözleri haince parladı. “Teşekkür ederim kardeş” diyerek hızla uzaklaşıyor gibi yaparak İbrahim’i izlemeye başladı. Boş bulunduğu anda bir punduna getirip İbrahim’in çıkınını çarpıp hızla koşarak oradan uzaklaştı. İbrahim ne olduğunu anlayamamıştı. Şaşkın ve tedirgin bir biçimde yürüyordu. Nereye gittiği bilemiyordu. Akşam olmuştu. Çevredeki esnaf ve dükkanlar birer birer kapanıyordu. Çok acıkmıştı. Kalacak yeri ve parası da yoktu, ağlamaklı bir halde çaresizliğin en derin halini yaşıyordu. Elli yaşlarında zayıf kısa boylu güleç yüzlü adam İbrahim’ i gördüğü andan itibaren gözlemeye başlamış, onun bu hali yüreğini burkmuş, üzülmüştü. Başına kötü bir olay geldiğini anlamış büyük bir olasılıkla evsiz, kimsesiz, garip, iyi bir çocuk olduğunu hissetmişti. Usulca yanına gitti. “Oğlum, ben şu yandaki kunduracı dükkanının sahibiyim. Amaçsız, boş boş aşağı yukarı caddeyi arşınlıyorsun. Anlaşılan senin bir derdin var. Gel hele dükkana konuşalım.” İbrahim derin bir uykudan uyanırcasına “Hı! Ne dedin amca? Bana mı seslendin?” dedi. Yaşlı kunduracı İbrahim in elinden tutup dükkanına getirdi. Küçük cam vitrini olan ufak bir kunduracı dükkanıydı. Her yere deri ve yapıştırıcı kokusu sinmişti. “Benim adım Nazaryan. Bana Nazaryan Usta derler. Söyle bakalım senin adın ne? nerden gelip, nerelere gidersin? Dertli bir halin var. Başına ne geldi. Hele anlat bakayım.” İbrahim başından geçenleri kısaca anlattı. Nereden neden geldiğini tane tane anlattı. Bu tavrı ve konuşması, çocukluğunun verdiği o saf, temiz ve saygılı davranışları Nazaryan ustanın çok hoşuna gitmişti. Kendisi de yalnızdı nasılsa. Hayatına bir anlam katardı. İbrahim’i yanına almaya onu okutup, mesleğinin inceliklerini de öğretmeye karar verdi. İbrahim’in karnını bir güzel doyurdu. Kunduraları tek tek dükkanının içine taşıdı. “Haydi çocuk eve gidiyoruz. Artık birlikte yaşayacağız. Merak etme olur mu? Ben de yalnızım. Evimizde Elmas teyzen var. Benim bakıcım çok sevdiğim değer verdiğim bir insandır görünce sen de çok seversin” İbrahim’in elinden tuttu ağır adımlarla eve doğru yürü-meye başladılar.
…….
Halil ağabeyini hiç unutamadı aradan geçen onca yıla rağmen aklı yüreği ağabeyi İbrahim’deydi. Yaşıyor muydu? Neredeydi? Ne yapıyordu? Çocuklarına hep ağabeyi ile yaşadığı günleri, koca ağacın altında konuştuklarını anlatırdı. Koca ağaç hala ayakta dimdik duruyor Halil’ in çocuklarıyla arkadaşlık yapıyordu. Halil arayışını semeresini görmüş İstanbul’da yaşayan bir asker arkadaşının yardımıyla kardeşinin yaşadığını dahası yaşadığı yeri, iş hayatını da öğrenmişti. Köy muhtarı olduğu için işlerini düzene koyduktan sonra kardeşi ile görüşmek üzere İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Sabahın serinliğinde inmişti. Güneş yeni doğmuş, kalabalık işyerlerine gitmek üzere yollara düşmüştü. Yarı uyur yarı uyanık durumda anlamsız bir telaş içinde koşuşturuyorlardı. Halil ağabeyinin işyerine yakın bir yerde küçük bir kahveye gelmiş, sabah çayını yudumluyordu. İçinde garip bir huzursuzluk anlamını bilemediği bir sıkıntı vardı. Hayra yorumlamak istese de başaramıyordu. Uzun zaman oldu belki ondandır diye yorumladı. Saat de ağır işliyordu. Zaman geçmiyor gibiydi. Heyecanlıydı. Nasıl olmasındı. Aradan geçen onca yıldan sonra canının canı ağabeyi İbrahim’i görecek, sımsıkı sarılıp onu köye getirecekti. İçtiği çayların ücretini ödeyerek kahveden çıktı. Telaşlı adımlarla Kardeşinin çalıştığı iş merkezinin kapısına geldi. Kalbi yerinden fırlarcasına atıyor, heyecandan dili damağı kuruyor-du. Kapıdaki danışmaya kimliğini vererek kardeşinin ofisinin olduğu kata çıktı. Kapıyı tıklatıp içeri girdi. Kapının karşısında son derece lüks ve modern döşenmiş sekreter odasının tam karşısın da oldukça güzel, sarışın, otuzlu yaşlardaki bayan gülerek “Hoş geldiniz. Buyurun oturun. Geldiğinizi haber vereyim.” diyerek masadaki antika telefon dan patronunu aradı. Patronu ne dediyse artık, kızardı bozardı, yüzü asıldı. Yine de gülümseyerek içeri buyur etti. Halil olanlara bir anlam verememişti, karmaşık duygular içerisindeydi. Elinde ağabeyi İbrahim’e verdiği, sonra kendisi için tekrar ağaçtan oyduğu oyuncak ayı ile içeri girdi. Altın varak kaplı koltuklar ve şatafatın en üst düzeye çıktığı bu, oldukça geniş odanın en dip köşesinde kocaman masa ve devasa koltuğun içinde gömülü kel, tıknaz cırtlak sesli ince bıyıklı tıknaz biri eliyle otur işareti yapınca Halil sessizce en yakın koltuğa ilişti. Ne diyeceğini ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette nutku tutulmuş öylece duruyordu. Elleri önünde elinde oyma oyuncak ayı yüzünde şaşkın bir ifadeyle kalakalmıştı. İbrahim yanında oturan ellili yaşlarda ensesi kalın göbekli sık kır saçlı arkadaşına dönerek “İşte bunlar böyledir. Açlıktan nefesleri kokar, kim bilir benden ne dilenecekti. Ne isteyecekti. Dut yemiş bülbül olurlar karşıma gelince. Ben çok iyi bilirim bunları dedi küçümseyerek alaycı bir tavırla. Çık dışarı sekretere söyle sana yüz lira versin. Çek git. Bir daha buralara gelmeye kalkma.” Diyerek eliyle dışarı çık işareti yaparken telefonu eline alarak sekretere “Kızım gelene bir yüz lira ver. Bir daha böyle hata yapma yoksa senin de defterin dürülür.” Haili kulaklarına inanamıyordu. Yaşadıkları gerçek olamazdı. Gözleri yaşardı. Elindeki ağaç oyma oyuncak ayıyı oturduğu sandalyenin üzerine bırakıp, usulca dışarı çıktı. Başı önünde hızlı adımlarla sekreterin odasından çıktı. Sekreter kız, olanlara hiçbir anlam verememiş, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Halil gözleri yaşlı, başı önünde hızlı adımlarla nereye gittiğini bilmeden yürüyordu.
İbrahim arkadaşını kapıya kadar uğurladıktan sonra makamına dönerken sandalyedeki oyma oyuncak ayıyı gördü. Eline aldı. Kardeşi Halil düştü aklına. Gelenin o olduğunu anlayınca “Ben ne yaptım, can kardeşimi kırdım. Ulan yazıklar olsun bana! Ben nasıl bir insan olmuşum…”