Bir başınaydı.
Gecenin bu saatinde ormanda ne işi vardı?
İşitme organına birtakım olağan dışı uğultular geliyor, bu uğultular da ağaç tepelerini yuva edinmiş yaşlı baykuş sesleriyle resmen karışıyordu. Normal bir insanın korkudan altına kaçırabileceği bu fısıltılı seslerin ona hiçbir tesiri yoktu. 1996 senesinde sevdiğiyle beraber tüm insani duyguları da toprağa karışıp ebediyen görünmez bir tımarhaneye tıkılmıştı.
Duygular da delir miydi? Zati olarak yaşamış ve deneyimlemişti ki, biliyordu, delirmesi gereken asıl şey yalnızca duygulardı. Aklı başında olan duygulara da hayatı boyu şaşmıştı. Nasıl olur da bunca insan kadere bu kadar boyun eğip, kendisine batırdığı iğnelere dayanabiliyordu? Ve nasıl 70-80 yaşlarına gelip hala akıllarını kaybetmemiş olabiliyorlardı? Dünya, bir insanın aklını koruyabileceği kadar tertemiz miydi yoksa onun gözleri mi kirli bakıyordu ve hayat boyu delirmiş bütün insanlar da mı kirli gözlerle bakmıştı? Onların gözleri mi kirliydi yoksa bakış üslupları mı temizlenmeliydi ya da baktıkları yer mi?
Kozalakların sarktığı koca ağacın ardında bir tepe görünüyordu. Bu tepe o tepe miydi yoksa onu yolundan alı koymak için kırk takla atan lanet köylüler en başından beri haklı mıydı?
Elini aceleyle hırkasının cebine atıp parşömeni çıkardı. Üzerinde çalakalem çizilmiş birkaç garip gurup desen ile sanki acele edilmesi gerektiği için kocaman harflerle yazılmış üç-beş satır yazı vardı. Yazı o kadar berbat bir düzensizlikte yazılmıştı ki bu parşömeni ne zaman eline alsa içinden, üzerine tükürüp daha sonra da ayakları altında ezdiği kara toprağa karıştırmak geliyordu.
Bu garip şekilli yazının kime ait olduğunu, şu an dokunduğu parşömene yıllar evvel kimlerin ellerinin değdiğini bilmiyordu. Hangi kalemle yazılmıştı bu yazı ve hangi kör fabrika çıkışlıydı o kalem? Düşünülesi şeylerdi.
Emin olabilmek için yazıya tekrar göz gezdirdi.
O ormanda kozalakların yerlere değdiği tek ağaç var. Sağından solundan veya önünden arkasından… Ne tarafından bakarsan bak, mor fırça sürülmüş bir tepe görülüyor. Ulaş, ulaş ve kurtar.
Kafasını kaldırıp ağaca tekrar baktı. Buydu, bu oydu… Bahsedilen ağaç buydu, tam tamına 2,75 adım uzağında öylece duruyordu. Gerçekten 2,75 adım mı vardı insan ve ağaç arasında? Emin olmalıydı.
Hissiz bir nefes çekti ve ardından sıradan fakat olağanca yavaş bir adım attı. Acaba attığı bu adım çok mu büyük olmuştu yoksa tam kararında mıydı? Peki ya bunu bilemez miydi? Bilebilir olup olamayacağını bile bilmiyordu. Anlıyordu ki insanların en alimi bile her şeye vakıf değildi ve olmasına imkan yoktu çünkü evrende sorgulanması ve öğrenilmesi gereken sonsuz sayıda merak uyandırıcı olay vardı.
Düşüne düşüne beyni yanmıştı. Eh, yeter ama, diye fısıldadığının farkında bile değildi. Kulakları mı duymuyordu, o artık sağır mı olmuştu? Bilmiyordu ama bilmesi gerekirdi! Bilemezse sanıyordu ki, bedeni mitozdaki bir amip gibi sağından solundan rastgele bölünme gerçekleştirecekti. Amipliğe özendi, keşke Yaratıcı onu hayat tavasında kavrulan acı bir bezelye olarak değil de tek derdi biraz daha fazla besin emmek olan bir amip olarak yaratsaydı. Sahi, neden bir amip değildi de bir insandı? Neden gecenin bir saatinde buradaydı ve aslında neden günlerdir yemek yememişti?
Bir adım atmıştı, ardından bir adım daha attı fakat bu böyle olmayacaktı, adımlarının sıradanlığından ve aynılığından emin olmalıydı.
Çevresine bakındı. Gecenin karanlığını az da olsa yarıp geçen Ay ışığı ona güç verdi. Gözlerini, ışığın tam olarak üzerine düştüğünün söylenebileceği bir ağaca dikti. Eh, tamamdı işte! Bu ağaçtan boyları birbirine eşit birkaç yaprak koparacak, kozalakları yerlere değen ağacın yanına tekrar gidecek ve az önce durduğu mesafeden kozalaklı ağaca doğru yaprakları sıralayacaktı. Ardından sıraladığı yapraklara paralel olarak yaprak sayısınca adımlar atacak ve böylelikle adımların yüzdeliğini hesaplayacak, dolayısıyla ağaçla arasında kaç adım olduğunu güzelce hesaplayabilecekti.
Kulağına gelen, aslında gerçekte var olmayan ama onun zihninin herhangi bir sokağından çığrılmakta olan kahkaha sesleri aniden şiddetini arttırdı.
“Daha bir adım atmayı bile beceremiyorsun, seni biçare!”
“Beceriksiz seni!”
Ah, bu ıssız ormanda koca, acı bir yakarış koptu!
“Hepinizin canı cehenneme!”
Ama kimsecikler duymadı, tek bir işitme uzvuna dahi ulaşmadı onun yakarışı. Şaşırmadı, zaten yaşamı boyunca sarf ettiği hiçbir sözcük başkaları tarafından duyulmamıştı.
Aynı boyuttaki yaprakları alıp sırayla ağaca doğru dizmeye başladı. Elbette ki o parşömende bahsedilen Mor Tepe’ye gidip kim olduğu hakkında bünyesinde serçe parmağı kadar dahi fikir barındırmadığı o şahsı kurtaracaktı. Bunu nasıl yapacaktı ve de aslında neden yapması gerektiğinden bu denli emindi? Kendisi de bilmiyordu, sanıyordu ki Mor Tepe’ye varana dek öğrenemeyecekti.
Yaprakları dizmeyi sonunda bitirdi. Geriye çekildi, şöyle bir bakıp aklından hızlıca bir hesaplama yaptı. Hesaplamalarına göre bulunduğu konum ve ağaç arasında bir metre on beş santim vardı. Artık bu konuda da emin olduğuna göre Mor Tepe yolculuğuna kaldığı yerden, içi rahat bir halde devam edebilirdi.